Çoğunuz hatırlarsınız. 40 yıl kadar önce... Willy Brandt Alman başbakanı olarak Polonya'yı resmen ziyaret etti. Bu ziyarette kimsenin beklemediği bir şey yaptı. Aniden kurbanların anısına dikilmiş anıtın önünde diz çöktü ve bir dakika boyunca başı eğik, dizleri üzerinde, Alman devleti adına günah çıkardı. Dünya insanlarından özür diledi. Bütün dünya televizyonları bu anı gösterdi. Willy Brandt Alman halkı adına özür diledi. Almanya'yı yüceltti. Alman halkına saygınlık kazandırdı.
Yine hatırlayın, komşumuz Bulgaristan'ın Stalinist başkanı Todor Jivkov, Bulgar vatandaşı Türk asıllı insanlardan kurtulmak istedi. Özal zamanı idi. Turgut Özal, "bu insanları biz alırız" dedi. Türkiye'ye üç yüz binden fazla mülteci geldi. Yerinden kopartılan insanlar. Bugüne gelelim. Aradan yirmi küsur yıl geçti. Üç yıl önce, bugünkü Avrupa Birliği üyesi, demokrat Bulgar Parlamentosu'nun 122 üyesi oy birliğiyle karar aldılar. Bulgar Devleti, Türkiye'den, Türk halkından ve sürgüne gönderdiği insanlardan resmen özür diledi. Sadece üç parlamenter çekimser oy verdi. Özür dileme hususunda Türkiye'den veya başka bir yerden bir talep gelmedi. Onlar tek taraflı karar aldılar ve özür dilediler.
Benzer bir olay, iki yıl önce yaşandı. Almanya’da, polisin üstünü kapattığı cinayetlerde, sekiz Türk asıllı insan öldürülmüştü. Zamanla gerçekler anlaşıldı. Türk düşmanı neo-Nazilerin suçu ortaya çıktı. Başbakan Angela Merkel inkara yeltenmedi. Sorumlu davrandı. Alman Devleti adına, kurban Türklerin ailelerinden resmen özür diledi. Kurbanların anısına bir dakikalık saygı duruşunda, bütün Alman halkı, yani 80 milyon insan, yer aldı. Angela Merkel Alman halkını yüceltti, dünya nezdinde saygınlık kazandı. Ülkemizin de kalbini kazandı.
Toplumsal barış, geçmişindeki karanlık sayfalarla cesurca hesaplaşabilmiş, gerçeklerin üstündeki kalın örtüleri sıyırıp fırlatmış toplumların ayrıcalığı. Yani barış ve huzur için sokağa, topluma yayılmış “bir daha asla!” çağrısı ve toplumların bütünleştirici unsuru olan devletin resmi özrü gerekiyor.
Almanya ve Bulgaristan örneklerini bir kez daha hatırlayalım ve kendimize şunu soralım: "Bizler, neden örneğin Bulgarlar veya Almanlar kadar adil ve insancıl olamıyoruz?"
Almanya ve Bulgaristan'ın bu resmi özürleri sadece iki toplumdan örnekler. Yakın tarihte toplumsal barışı, huzuru tesis etmek için devletlerin attığı buna benzer 150'ye yakın çarpıcı örneği tespit ettik.
Şili'den ABD'ye, Avustralya'dan İngiltere'ye farklı ülkelerden seçtiğimiz sekiz örneği kendimizi talihsiz, ülkemizi de "olağanüstü şartlar" toprakları olarak görmememiz için bu sergide bir araya getirdik.
Kendimizi toplumun, fikir önderlerinin, karar vericilerin yerine koyma imkanımız yok. Ama hepimizi yeniden düşünmeye davet etmek istiyoruz.
Dijital platforma taşınan “Bir Daha Asla!: Geçmişle Yüzleşme ve Özür” sergimiz ile, geçmişte yapılan hak ihlallerinin sorumluluğunu alan ve diledikleri özürler ile tarihe geçenlerin hepimize ilham veren hikayelerini sizlerle paylaşmaktan mutluluk duyuyoruz.
Temmuz 2012: ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, Avustralya, Şili, Sırbistan ve Bulgaristan’da yaşanmış çatışmalar ve ağır hak ihlalleri sonrası kalıcı barış için yapılanların; hükümetlerin toplumdan devlet adına nasıl özür dilediklerinin; bu tartışmalı ve sancılı süreçlerde toplumsal barış için atılan adımların; kısacası, yakın dünya tarihindeki toplumsal uzlaşma ve barış çabalarının yansıtıldığı bu sergiyi düzenleme düşüncesinin tohumları 2012 yılında Açık Toplum Vakfı bünyesinde yapılan tartışmalar ile atıldı.
Eylül 2012: Türkiye siyasi tarihindeki tartışmalı konuların dünyadaki benzer örneklerden de ilham alarak yeniden düşünülmesine katkıda bulunmayı hedefleyen “Bir Daha Asla!: Geçmişle Yüzleşme ve Özür” sergisinin gerçekleşmesi için Açık Toplum Vakfı olarak Anadolu Kültür ile bir araya geldik.
Kasım 2012: Açık Toplum Vakfı ve Anadolu Kültür çalışanları, küratör Önder Özengi’nin de katılımıyla aylarca devam eden yoğun ve titiz bir çalışma yürüttüler. Toplumsal barışın tesisi için sivil toplumun çabaları ve hükümetlerin girişimleri konusunda dünyada en yetkin isimlerden biri olarak bilinen Columbia Üniversitesi’nden Prof. Dr. Elazar Barkan’ın akademik danışmanlığı ile yakın tarihten 150’nin üstünde politik özür mercek altına alındı ve bunlar arasından 8 tarihsel vakaya odaklanıldı.
24 Ekim 2013’te İstanbul Tophane’deki Depo’da açılan ve basın ve kamuoyundan büyük ilgi gören “Bir Daha Asla!: Geçmişle Yüzleşme ve Özür” sergisini oluşturan bu 8 tarihsel vaka hakkında kapsamlı bir uluslararası arşiv taraması yapıldı. Bu 8 ülkede yaşanan çatışmalar, toplu cinayetler ve soykırım uygulamalarıyla toplumların nasıl yüzleştiklerini; devlet başkanlarının devlet ve toplum adına mağdurlardan ve halktan nasıl özür dilediklerini en iyi özetleyen fotoğraf, belge, belgesel, video ve tanıklıklar derlendi.
Bu seçilen örnekler özelinde, her bir siyasi özrün ve özür beklentisinin kaynağı olan olay, onunla yüzleşilmesi için verilen mücadele ve sonucunda ifade edilen resmî özürler serginin merkezini oluşturdu. Sergide ayrıca, farklı ülkelerde ve farklı deneyimlerde bu süreçte oluşturulan hakikat komisyonları, uluslararası ceza mahkemeleri, anıtlar ve bellek kurumları gibi tamamlayıcı uygulamalar da anlatıldı.
Ekim 2013: Toplumların geçmişleriyle yüzleşme ve barışma çabalarının ortaya konduğu bu serginin yanısıra, proje kapsamında daha sonra İletişim Yayınları tarafından da sergiyle aynı ismi taşıyarak yayınlanan ve bu konunun Türkiye’deki ve dünyadaki yansımalarının irdelendiği makalelerden oluşan bir kitap yayınlandı.
Aralık 2013: İstanbul’da 2 ay boyunca izleyiciler ile buluşan sergimizin kalıcı olması ve daha geniş kesimlere ulaşması amacıyla içeriğini dijital ortama taşımak ve online bir sergi oluşturmak için kolları sıvadık.
Nisan 2013: Ocelott Etkileşimli İletişim ekibinin serginin hazırlanmasında görev alanlar ve sergi küratörüyle birlikte gerçekleştirdiği 3 aylık ortak bir çalışma sonucunda dünyanın her yerinden online olarak ulaşılabilecek bu dijital sergi inşa edildi.
Amacımız geçmişte yapılan hak ihlallerinin sorumluluğunu alan ve diledikleri özürler ile tarihe geçenlerin hepimize ilham veren hikayelerini kalıcı hale getirmek ve sizlerle paylaşmak. Dijital platforma taşınan “Bir Daha Asla!: Geçmişle Yüzleşme ve Özür” sergisi ile yanıtlara artık bir adım daha yakın olacağımızı umuyoruz.
“Bir Daha Asla!: Geçmişle Yüzleşme ve Özür”, Açık Toplum Vakfı ve Anadolu Kültür’ün ortak projesidir.
Fotoğrafçılar ve belgesel yönetmenleri
Fred Hoare, Robert White, Marcelo Montecino, Paulo Slachevsky, Marcela Briones, Patricia Alfaro, Marco Ugarte, Behiç Günalan, Dusan Vranic, Irina Nedeva, Andrey Getov, Leslie Woodhead, Mick Csaky, Jon Jones
fotoğraf ve belgesellerini paylaştıkları için
Kurumlar
Mémoires d’Humanité (L’Humanité Gazetesi Arşivi / Archives of the newspaper L’Humanité); Ministère de la Défense - ecpad (Fransa Savunma Bakanlığı - ecpad Arşivi / French Ministry of Defence – ecpad Archive); INA (Ulusal Audiovisuel Enstitüsü, Fransa / National Audiovisual Institute, France); Getty Images Turkey; National Archives of Australia (Avustralya Devlet Arşivleri); Parliament of Australia (Avustralya Parlamentosu); The Library of Congress (ABD Kongre Kütüphanesi); Bundesarchiv (Alman Devlet Arşivi / The Federal Archives of Germany); Museum of Free Derry, Derry (Özgür Derry Müzesi, Derry); Birleşik Krallık Parlamentosu (UK Parliament); UTV Ltd, Belfast; Museo de la Memoria y los Derechos Humanos, Santiago (Bellek ve İnsan Hakları Müzesi, Santiago / Museum of Memory and Human Rights, Santiago); Bulgaristan Devlet Ajansı Arşivi (Bulgaria State Agency Archives); Bulgar Ulusal Radyosu, Sofya (Bulgarian National Radio, Sofia); The Red House, Sofia; Lost Bulgaria, Sofia; Associated Press; Humanitarian Law Center, Belgrade (İnsani Hukuk Merkezi, Belgrad); Antelope Films; Directors Cut Films
arşivlerini paylaştıkları için
Kişiler
Adrian Kerr, Ahmet İnsel, Ali Boratav, Aslı Çetinkaya, Burçak Muraben, Christian Bergmann, Elif Al, Fahrettin Örenli, Ferhat Boratav, Gökçe Tüylüoğlu, Gökhan Gençay, Gülay Sadık, Hilal Ünal, Irina Nedeva, Irazca Geray, José Manuel, Laura Silber, Marijana Toma, Meltem Aslan, Mithat Sancar, Muhsin Akgün, Murat Çelikkan, Nazlı Gürlek, Necati Sönmez, Osman Kavala, Ozan Erözden, Pelin Bardakçı, Peyo Tzankov Kolev, Rodr'guez Leal, Şengül Ertürk, Tanıl Bora, Urszula Wozniak, Zeynep Moralı, Will Cohen.
her türlü yardım ve destekleri için
Bir Daha Asla sergisi ilk kez Depo / Tophane'de 25 Ekim 2013 - 15 Aralık 2013 arasında açıldı. Sergiyi 22.413 kişi gezdi.
Sergi İstanbul’un ardından, 2 Mayıs - 25 Mayıs 2014 tarihleri arasında İzmir Kültürpark Sanat Galerisi’nde ve 4 Haziran - 29 Haziran 2014 tarihleri arasında da Diyarbakır’da bulunan Sümerpark Amed Sanat Galerisi’nde kitlelerle buluştu.
Geçmişle Yüzleşme ve Özür
Tarihsel Diyalog Olarak Özür - Elazar Barkan
Geçmiş ve Gelecek Arasında Onarıcı Bir Adalet Yaklaşımı - Turgut Tarhanlı
"Tüm İnsanlar Önünde Özür Dilerim" - Tanıl Bora
Özür, Yüzleşme, Yas - Yetvart Danzikyan
Uludere İçin Özür Dilemması - Yıldız Ramazanoğlu
Özrü Devlet Dilesin, İnsanlar Birbirini Dinlesin - Karin Karakaşlı
Yüzleşmenin Psikopolitiği - Murat Paker
Soykırım: Öylesine Zor Bir Kelime - Marijana Toma
Lütfen ilgili referanslara ulaşmak için bir ülke ismi seçin.
Erica Harth (der.), Last Witnesses: Reflections on the Wartime Internment of Japanese Americans, New York: Palgrave Macmillan, 2001.
Greg Robinson, By Order of the President: FDR and the Internment of Japanese Americans, Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press, 2001.
Leslie T. Hatamiya, “Institutions and Interest Groups: Understanding the Passage of the Japanese American Redress Bill”, When Sorry Isn’t Enough: The Controversy over Apologies and Reparations for Human Injustice içinde, Roy L. Brooks (der.), New York: New York University Press, 190-200, 1999.
Nancy F. Cott, Public Vows: A History of Marriage and the Nation içinde, Kindle Edisyonu, Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press, 2002.
Roger Daniels, “Redress Achieved: 1983-1990”, When Sorry Isn’t Enough: The Controversy over Apologies and Reparations for Human Injustice içinde, Roy L. Brooks (der.), New York: New York University Press, 189, 1999.
Roger Daniels, “Relocation, Redress, and the Report: A Historical Appraisal”, When Sorry Isn’t Enough: The Controversy over Apologies and Reparations for Human Injustice içinde, Roy L. Brooks (der.), New York: New York University Press, 183-186, 1999a.
Roy L. Brooks, “Japanese American Redress and the American Political Process: A Unique Achievement?”, When Sorry Isn’t Enough: The Controversy over Apologies and Reparations for Human Injustice içinde, Roy L. Brooks (der.), New York: New York University Press, 157-162,1999.
Sandra Taylor, “The Internment of Americans of Japanese Ancestry”, When Sorry Isn’t Enough: The Controversy over Apologies and Reparations for Human Injustice içinde, Roy L. Brooks (der.), New York: New York University Press, 165-168, 1999.
“Kniefall angemessen oder übertrieben?”, Der Spiegel 51: 27, 1970,
“The Warsaw Ghetto Uprising”, US Holocaust Memorial Museum,
Adam Krzeminski, “Der Kniefall”, Point. Portal Polsko-Niemiecki, Deutsch-Polnisches Portal.
Alexander Behrens, “‘Durfte Brandt knien?’ – Der Kniefall und der deutsch-polnische Vertrag”, Friedrich Ebert Stiftung Online Akademie, 2010,
Elazar Barkan, Alexander Karn, “Group Apology as an Ethical Imperative”, Taking Wrongs Seriously: Apologies and Reconciliation içinde, Elazar Barkan ve Alexander Karn (der.), Stanford: Stanford University Press, 3-30, 2006.
Markus Kornprobst, Irredentism in European Politics: Argumentation, Compromise and Norms, Cambridge University Press, 2008.
Mithat Sancar, Geçmişle Hesaplaşma: Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne, İstanbul: İletişim Yayınları, 2007.
Ruti Teitel, “The Transitional Apology”, Taking Wrongs Seriously: Apologies and Reconciliation içinde, Elazar Barkan ve Alexander Karn (der.), Stanford: Stanford University Press, 101-114, 2006.
Valentin Rauer, “Symbols in Action: Willy Brandt’s Kneefall at the Warsaw Memorial”, Social Performance: Symbolic Action, Cultural Pragmatics, and Ritual içinde, Jeffrey C. Alexander, Bernhard Giesen ve Jason L. Mast (der.), Cambridge: Cambridge University Press, 257-282, 2006.
Willy Brandt, My Life in Politics, New York: Viking, 1992.
A. Dirk Moses, “Official Apologies, Reconciliation, and Settler Colonialism: Australian Indigenous Alterity and Political Agency”, Citizenship Studies, 15:02, 145-159, 2011.
Danielle Celermajer, “The Apology in Australia: Re-covenanting the National Imaginary”, Taking Wrongs Seriously: Apologies and Reconciliation içinde, Elazar Barkan ve Alexander Karn (der.), Stanford: Stanford University Press, 2006.
David Miller, “Holding Nations Responsible”, Ethics, 114 (January): 240-268, 2004.
Ali Dayıoğlu, Toplama Kampından Meclis’e: Bulgaristan’da Türk ve Müslüman Azınlığı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2005.
Huey Louis Kostanick, “Turkish Resettlement of Refugees from Bulgaria, 1950-1953”, Middle East Journal, 9(1): 41-52, 1955.
Julian Popov, “Bulgaria, Turks and the Politics of Apology”, Al Jazeera English, 26 Ocak, 2012,
Lilia Petkova, “The Ethnic Turks in Bulgaria: Social Integration and Impact in Bulgarian Turkish Relations, 1947-2000”, The Global Review of Ethnopolitics, 1(4): 42-59, 2002.
Svetla Dimitrova, “Bulgaria Apologises to Its Turks for ‘Revival Process’”, SE Times, (18 Ocak, 2012,
“Chirac attacks ‘history’ law”, The New York Times, 4 Ocak 2006,
“France recognises Algeria colonial suffering”, Al Jazeera, 20 Aralık 2012,
“Sarkozy in Algeria, calls French colonialism ‘profoundly unjust’” The New York Times, 3 Kasım 2007,
“Sarkozy tells Algeria: No apology for the past”, Reuters, 10 Temmuz,
Bruce Crumley, “Sarkozy confronted by Algerian anger”, Time, 3 Aralık 2007,
Claude Liauzu, “At war with France’s past”, Le Monde Diplomatique, Haziran 2005.
Clovis Casali, “Hollande says no apology for Algerian colonial past”,
Declaration on the Right to Insubordination in the War in Algeria (The Manifesto of the 121) 1960,
Gregory Viscusi, “Hollande Calls France’s Algerian Rule Brutal; No Apology”,
Jean Paul Sartre, “1961 Tarihli Baskıya Önsöz”, Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri içinde, Şen Süer (çev.), İstanbul: Versus, 2005.
Jean-Luc Einaudi, Octobre 1961: un massacre à Paris, Paris: Fayard.
Julie Fette, “Apology and the Past in Contemporary France”, French Politics, Culture and Society, 26(2): 78-113, 2008.
Martin Evans, “French Resistance and the Algerian War”, History Today, 41(7), 1991,
Martin S. Alexander, Martin Evans, J.F.V. Keiger, “The ‘War without a Name’, the French Army and the Algerians: Recovering Experiences, Images and Testimonies”, The Algerian War and the French Army, 1954-62: Experiences, Images, Testimonies içinde, (der.) Martin S. Alexander, Martin Evans ve J.F.V. Keiger, New York: Macmillan, 1-39, 2002.
Mohammed Harbi, “Massacre in Algeria”, Le Monde Diplomatique, Mayıs 2005.
Olivier Le Cour Grandmaison, “Liberty, equality and colony”, Le Monde Diplomatique Haziran 2001.
Raphaëlle Branche, “The State, the Historians and the Algerian War in French Memory, 1994-2001”, Contemporary History on Trial: Europe since 1989 and the Role of the Expert Historian içinde, (der.) Harriet Jones, Kjell Östberg ve Nico Randeraad, Manchester: Manchester University Press, 159-173, 2007.
Robert Aldrich, “Colonial Past, Post-Colonial Present: History Wars French Style”, History Australia, 3(1): 1-10, 2006.
“İngiltere ‘Kanlı Pazar’ İçin 38 Yıl Sonra Özür Diledi”, bianet.org,
Brian Conway, Commemoration and Bloody Sunday: Pathways of Memory, Basingstoke: Palgrave Macmillan, 2010.
Eamonn McCann (der.) The Bloody Sunday Inquiry: The Families Speak Out, Londra: Pluto Press, 2005.
Patrick Joseph Hayes ve Jim Campbell, Bloody Sunday: Trauma, Pain and Politics, Londra: Pluto Press, 2005.
Elizabeth Jelin, “Silences, Visibility, and Agency: Ethnicity, Class, and Gender in Public Memorialization”, Identities in Transition: Challenges for Transitional Justice in Divided Societies içinde, Paige Arthur (der.), Cambridge: Cambridge University Press, 2011.
Ercan Eyüboğlu, Türkiye İşçi Partisi: Parlamento’da, 40. Yıl, İstanbul: Tüstav Yayınları, s. 15-19, 2006.
Ernesto Verdeja, Unchopping a Tree: Reconciliation in the Aftermath of Political Violence, Philadelphia: Temple University Press, 2009.
Supreme Decree No. 355, paragraph 9.
James Petras ve Morris Morley, The United States and Chile: Imperialism and the Overthrow of the Allende Government, New York: Monthly Review Press,1975.
James Smith, “Compromise with a Democratic Vision Takes Over Sunday in Chile”, Los Angeles Times, March 10, 1990.
Mario I. Aguilar, “The Disappeared and the Mesa de Diálogo in Chile 1999-2001: Searching for Those Who Never Grew Old”, Bulletin of Latin American Research, 21(3): 413-424, 2002.
Mark Obert, “Şili’nin En Büyük Stadyumunda Hayatını Geçiren Manuel Medina’dan ve Manuel Medina’ya Dair Anılar: Ulusal Stadyum’dan Sağ Çıkmak”, çev. Mithat Sancar, Birikim, 215: 99-107, Mart 2007.
Mithat Sancar, Geçmişle Hesaplaşma: Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne, İstanbul: İletişim, 2007.
Patricio Aylwin, “Chile: Statement by President Aylwin on the Report of the National Commission on Truth and Reconciliation”, Transitional Justice: How Emerging Democracies Reckon with Former Regimes içinde, Neil J. Kritz (der.), Washington, DC: United States Institute of Peace Press, 169-173, 1995.
Daniela Mehler, “Understanding Normative Gaps in Transitional Justice: The Serbian
Discourse on the Srebrenica Declaration 2010”, Journal of Ethnopolitics and Minority Issues in Europe, 11(4): 127-156, 2012.
İlhan Uzgel, “Balkanlarla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt 2 içinde, Baskın Oran (der.), İstanbul: İletişim Yayınları, 2001.
Jasna Dragovic-Soso, “Apologising for Srebrenica: The Declaration of the Serbian Parliament, the European Union and the Politics of Compromise”, East European Politics, 28(2): 163-179, 2012.
Jelena Obradovic-Wochnik, “Knowledge, Acknowledgement and Denial in Serbia’s Response to the Srebrenica Massacre”, Journal of Contemporary European Studies, 17(1): 61-74, 2009.
Marjina Toma, “Genocide: Such a Difficult Word”, bu kitapta, 2013.
Olivera Simic ve Kathleen Daly, “ ‘One Pair of Shoes, One Life’: Steps towards Accountability for Genocide in Srebrenica”, The International Journal of Transitional Justice, 5: 477-491, 2011.
Remembrance and Reconciliation, edited by Robert Gildert and Dennis Rothermel, Rodopi, 2011.
The Age of Apology: Facing up to the Past, edited by Mark Gibney et.al., University of Pennsylvania Press, 2008.
Forgiveness: A Philosophical Exploration, Charles L. Griswold, Cambridge University Press, 2007.
Building Peace: Sustainable Reconciliation in Divided Societies, John Paul Lederach, United States Inst of Peace Press, 1997.
Taking Wrongs Seriously: Apologies and Reconciliation, edited by Elazar Barkan and Alexander Karn, Stanford University Press, 2006.
The Guilt of Nations: Restitution and Negotiating Historical Injustices, Elazar Barkan, The Johns Hopkins University Press, 2000.
When Sorry isn’t Enough: The Controversy over Apologies and Reperations for Human Injustice, Roy L. Brooks, NYU Press, 1999.
Reconciliation in Divided Societies: Finding Common Ground, Erin Daly and Jeremy Sarkin, University of Pennsylvania Press, 2006.
Closing the Books: Transitional Justice in Historical Perspective, Jon Elster, Cambridge University Press, 2004.
Unsettling Accounts: Neither Truth nor Reconciliation in Confessions of State Violence, Leigh A. Payne, Duke University Press, 2008.
Mea Culpa: A Sociology of Apology and Reconciliation, Nicholas Tavuchis, Stanford University Press, 1991.
Political Reconciliation, Andrew Schaap, Taylor and Francis, 2012.
The Politics of Official Apologies, Melissa Nobles, Cambridge University Press, 2008.
Reconciliation(s): Transitional Justice in Postconflict Societies, edited by Joanna R. Quinn, McGill-Queen’s University Press, 2009.
Taking Responsibility for the Past: Reparation and Historical Justice, Janna Thompson, Polity Press, 2003.
Sorry States: Apologies in International Politics, Jennifer Lind, Cornell University Press, 2010.
I was wrong: The Meaning of Apologies, Nick Smith, Cambridge University Press, 2008.
Reconciliation After Violent Conflict: A Handbook, IDEA, 2003.
Geçmişle Hesaplaşma: Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne, Mithat Sancar, İletişim Yayınları, 2007.
The spirits that were called the Bloody Sunday inquiry and the reconciliation process in Northern Ireland / Katharina Ploss, 2006, Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi, master tezi, tez danışmanı Esra Çuhadar Gürkaynak.
Making Peace with the Past?: Memory, Trauma and the Irish Troubles, Graham Dawson, Manchester University Press, 2007.
The Turks of Bulgaria: The History, Culture and Political Fate of a Minority, Kemal Karpat, University of Wisconsin Press, 1991.
Turkey’s Neighborhood, edited by Mustafa Kibaroğlu, Foreign Policy Institute, 2008.
“When sorry isn’t good enough: Official remembrance and reconciliation in Australia”, Damien Short, Memory Studies, 5(3): 293-304, July 2012.
“Report on Redress: The Japanese American Internment”, Eric K.Yamamoto and Liann Ebesugawa // article used in The Handbook of Reperations, edited by Pablo De Greiff, Oxford University Press, 2008.
Divided Memory: The Nazi Past in the Two Germanys, Jeffrey Herf, Harvard University Press, 1997.
“Hakikat, Özürler ve tazminatlar”, Immanuel Wallerstein:
“Requests and Apologies: A Cross-Cultural Study of Speech Act Realization Patterns”
“Dünyada Özür Politikaları ve Türkiye”, Adnan Ekşigil, Birikim, no. 240, 2009.
“Geçmişle Hesaplaşmak: ‘Söyledim ve Vicdanımı Kurtardım’dan Ötesi”, Tanil Bora, Birikim, no. 248 (Geçmişle Hesaplaşma Kolay mı? sayısı), 2009.
“Tarihle Yüzleşme”, Taner Akçam, Birikim, no. 193-194 (Bir Zamanlar Ermeniler vardı!.. sayısı), 2005.
The International Criminal Tribunal for the former Yugoslavia (ICTY)
The Museum of Memory and Human Rights
The Museum of Free Derry
Bloody Sunday Inquiry
Women in Black
United States Holocaust Memorial Museum
The National Sorry Day Committee (NSDC)
The ‘Stolen Generations’ Testimonies’ project
Sorry Books
Bloody Sunday March Committee
WOMEN OF SREBRENICA
Chile and the United States: Declassified Documents Relating to the Military Coup, September 11, 1973
Making the History of 1989
The Library of the National Statistical Institute – Bulgaria
Lost Bulgaria
The National Archives of Australia
Jewish Virtual Library
The Holocaust History Project
The Library of Congress
The Federal Archives
Truth and Reconciliation Commissions
The United States Institute of Peace (USIP)
Hakikat Adalet Hafıza Merkezi
Sergimize gelen tüm konuklarımıza, kendilerini ifade edebilecekleri “Özür Defteri”ni açtık.
Aşağıda bulunan görseller, bu defterden derlenmiş seçkilerdir.
Düşünceleriniz bizim için değerli. Paylaşımda bulunmak isterseniz aşağıdaki formu doldurabilirsiniz.
Japon Amerikalılar, ABD’ye yerleştikleri tarihten itibaren ayrımcı uygulamalara maruz kaldı. 1790 tarihli “Vatandaşlığa Geçme Yasası”nın Amerikan vatandaşlığı hakkını sadece beyazlara tanıması, Japonya’dan gelen göçmenleri zora sokuyordu. Zamanla, siyahlar vatandaşlık hakkını elde etti, ama Asyalı göçmenler uzun bir süre bu kazanımlardan yararlanamadı.
ABD ve Japonya arasında Birinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan gerilimler, 1931’de Japonya’nın Mançurya’yı işgaliyle büsbütün tırmandı. Pasifik Okyanusu’nun odağında olduğu bu gerginliklerin son noktası, iki ülke arasında savaşı başlatan, 7 Aralık 1941 tarihli Pearl Harbor saldırısı oldu. FBI, ABD henüz resmen savaş ilan etmeden, ülkedeki sakıncalı Japonları içeren listeler hazırlamıştı bile. Budist rahiplerden, gazetecilerden, öğretmenlerden oluşan bu insanlar, Pearl Harbor baskınının ardından gözetim altında tutulmaya başladılar.
Başkan Roosevelt’in 19 Şubat 1942’de imzaladığı “Başkanlık Kararnamesi” uyarınca, Savaş Bakanlığı’na ülke içinde dışarıya kapalı askerî alanlar oluşturma yetkisi verildi. Verilen bu yetki doğrultusunda California, Arkansas, Arizona, Idaho, Wyoming, Utah ve Colorado bölgelerinde toplama kampları kuruldu. Askerler, 77.000’i Amerikan vatandaşı olan 120.000 Japon’u bu kamplara hapsetti. Toplama kamplarında anayasal yurttaşlık hakları askıya alındı. 1980’de Başkan Jimmy Carter, “Sivillerin Savaş Zamanı Tehciri ve Gözaltına Alınması Komisyonu”nun kurulması için hazırlanan yasayı Kongre’de imzaladı. Komisyon 1983’te, Kongre’yi yapılan hatalar nedeniyle resmen özür dilemeye ve hayatta kalanlara tazminat ödemeye davet eden bir rapor sundu.
1988’de Ronald Reagan’ın onayladığı “Medeni Özgürlükler Yasası”, mağdurlara tazminat ödenmesinin önünü açtı. George W. Bush, 7 Aralık 1991’de, Pearl Harbor baskınının 50. yıldönümü vesilesiyle bir özür mektubu yayımladı ve bu mektup, kamplara kapatılanların hâlâ hayatta olanlarına gönderildi. Başkan Clinton da, 1 Ekim 1993’te, çektikleri acılar nedeniyle Japon Amerikalılardan özür dileyen bir mektup yayımladı.
Naziler, iktidar oldukları dönemde, ezici çoğunluğu Yahudiler olmak üzere yaklaşık 6 milyona yakın insanı öldürdüler.
İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Almanların siyaseti, işgal edilen her yerde Yahudilerin toplumdan ve anayasal yurttaşlık statülerinden tecrit edildiği gettolar kurulması doğrultusundaydı. 1941-43 arasında bu gettolarda yaşayan Yahudiler yüze yakın direniş grubu oluşturmuştu. Söz konusu grupların düzenlediği örgütlü direnişlerden en ses getireni Varşova Gettosu’ndakiydi. 1942 yazına kadar yaklaşık 500 bin kişinin doldurulduğu bu tecrit alanından 300 bin kadar Yahudi alınıp Treblinka’daki imha kampına gönderilmişti. Buna karşı başlayan direniş bir ay dayanabildi.
Almanya’da savaştan sonraki ilk yıllarda Nazi geçmişi hatırlanmak istenmiyordu. 1960’lara gelindiğinde, Federal Almanya, söz konusu kirli tarihi sorgulamaya cüret eden eylemlerle çalkalanmaya başladı. 1968’in gençlik örgütleri, Nazi zihniyetinin altında yatanların samimi biçimde açığa çıkarılması talebiyle yeni tartışmalar açıyordu. Demokrasiye geçildiği iddia edilen dönemde, bürokrasinin ve gizli servisin pek çok biriminde aktif görevlerine devam eden Nazilerin açığa çıkarılması ve Nazileri iktidara taşıyan kitlesel desteğin sorgulanması, toplumsal demokrasi talebinin olmazsa olmazları olarak öne çıkmıştı. Bu mücadeleler sayesinde eski defterler tekrar açıldı ve soykırımın yaşandığı kabul edildi.
Söz konusu hesaplaşma süreci yıllara yayılarak devam etti. Bu sürecin en önemli anlarından biri de, Federal Almanya Başbakanı Willy Brandt’ın Almanya ve Doğu Bloku ülkeleri, özellikle de Polonya arasındaki yakınlaşmanın göstergesi niteliğindeki Varşova Antlaşması’nı imzalamak için gittiği Polonya’da yaşandı. Brandt, 7 Aralık 1970’te, Varşova Yahudi Gettosu’nda Naziler tarafından öldürülen insanların anısına inşa edilmiş anıtın önünde hiç kimsenin beklemediği bir anda diz çöktü ve bir süre sessizce bekledi.
Brandt’ın bu özür jesti, geçmişle hesaplaşmada bir tür dönüm noktası olarak tarihe geçti. Brandt, barışa hizmet eden çalışmalarından ötürü 1971 yılında Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü.
Alman devlet yetkilileri çeşitli kereler İsrail’den ve Yahudilerden özür dilediler ve Almanya, İsrail’e ve Holokost’tan sağ kalanlara tazminat ödedi.
Avustralya 18. yüzyılın sonuna doğru Britanya tarafından sömürgeleştirildi. Bu tarihten itibaren yerli nüfusun sayısı hızla azaldı. Kıtayı işgal eden sömürge yönetimi, halklarının kültürel değerlerini ve birikimlerini yok sayarak, işgal ettikleri topraklardaki yerli “unsurları” asimile etme yoluna gitmişlerdi. Bu hedef doğrultusunda başvurulan yöntemlerden biri de, entegrasyon propagandasıyla Aborjinlerin ve Torres Boğazı Adalarında yaşayanların çocuklarının ailelerinden zorla alınmasıydı. Bu çocuklar daha sonra “Çalınmış Kuşaklar” olarak adlandırılacaktı.
1869’da çıkarılan “Aborjinleri Himaye Yasası”, Aborjinlerin nerede yaşayacaklarından, kimlerle evlenebileceklerine, topraklarını nasıl işleyeceklerine kadar, yaşamlarının her ayrıntısını denetim altına almıştı. Aborjin çocukları misyoner yurtlarına yerleştiriliyor, orada gerekli “eğitimi” alıp, kendilerine hizmet etmek üzere beyaz ailelere veriliyordu. 1869-1969 yılları arasında, her üç Aborjin çocuktan birinin yani yaklaşık 100 bin çocuğun ailesinden alındığı tahmin ediliyor.
İnsan Hakları ve Fırsat Eşitliği Komisyonu, ailelerinin elinden alınan çocuklar için araştırma başlattı ve 1997’de “Aborjin Çocukların Ailelerinden Ayrılması Hakkında Ulusal Araştırma Raporu”nu yayınladı. Onları Eve Getirmek adı verilen raporda 1970’lere kadar süren ırkçı ve sömürgeci uygulamalar masaya yatırıldı.
Komisyonun resmî özür talebi kısmen karşılandı ve 2001 yılında bütün eyalet yönetimleri “Çalınmış Kuşaklar” için özür metinleri yayınladı. Federal hükümet ise, Liberal Parti’ye mensup Başbakan John Howard’ın diretmesinden ötürü, pratikte barışın sağlandığı gerekçesiyle özür dilemeyi reddetti. Avustralya’da özre giden yolda Ulusal Özür Günü, Özür Kitabı ve İyileştirme Yolculuğu gibi eylemleri düzenleyen sivil toplumun rolü son derece önemliydi.
Şubat 2008’deki seçimleri İşçi Partisi’nin kazanmasıyla başbakanlık koltuğunu devralan Kevin Rudd, Aborjinler ve Torres Boğazı Adaları halkından resmen özür diledi. Özür konuşmasında, geçmişin ırkçı, sömürgeci, yerleşimci politikalarına bir nokta koyarak yerli ve yerli olmayanları kapsayan yeni bir gelecek tasavvuruna vurgu yaptı.
Osmanlıların 1909 yılında yeni Bulgaristan’ı resmen tanımasını takiben, iki devlet arasında, Bulgaristan’daki Müslüman Türk azınlığın haklarını teminat altına alan İstanbul Protokolü imzalandı. 1913’teki İstanbul Barış Antlaşması ve 1919’daki Neuilly-Sur Seine Antlaşması ile hakları genişletilen azınlıklar, Bulgaristan’da herhangi bir olumsuz durumla karşılaşmadan varlıklarını sürdürebildi.
1954’te iktidara gelen Todor Jivkov, 1971 yılından itibaren, anayasada azınlıklar aleyhine değişiklikler yapmaya girişti. 1984’te uygulamaya konulan “Yeniden Doğuş Süreci” politikaları, tutuklama, sürgün ve zorla çalıştırma uygulamalarıyla tezahür eden “sert asimilasyon” dönemini başlattı. Bütün Türk isimleri Bulgar isimleriyle değiştirildi. Kamuya açık alanlarda, işyerlerinde ve okullarda Türkçe konuşmak yasaklandı. Namaz, sünnet, oruç, İslâmi usullere göre evlilik ve cenaze de yasaklar arasındaydı. Türk azınlık, hükümetin yaptırımlarına direniş örgütleyerek karşılık verdi. 1985’te Varna’da Ahmet Doğan’ın liderliğinde gizli bir teşkilat olarak Türk Milli Kurtuluş Hareketi (BTMKH) kuruldu. Bu hareket daha sonra yasal olarak örgütlenecek olan ve halen hükümet ortağı bulunan Haklar ve Özgürlükler Hareketi’nin (HÖH) temelini oluşturdu. Düzenlenen eylem ve kampanyalarda 140 kadar Türk gösterici hayatını kaybetti. 1989 yılında 360 bin Türk kökenli Bulgaristan vatandaşı, Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı; bu, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana gerçekleşen en büyük kitlesel göçtü.
Tepkilerin birikmesi neticesinde, Jivkov 1989 yılında istifa etti ve yerini Mladenov’a bıraktı. Mladenov asimilasyon politikalarına son verdi. Bulgaristan’ın Avrupa Komisyonu ve Avrupa Birliği üyeliklerinde ve Türkiye’yle ilişkilerin düzeltilmesi çabasında, Türk azınlığa ilişkin politikalarını iyileştirmesi önemli bir rol oynadı.
Bulgaristan Parlamentosu İnsan Hakları ve Din Özgürlüğü Komitesi, geçmiş dönemde Türk kökenli Bulgaristan yurttaşlarının etnik temizlik maksadıyla yaşadıkları yerlerden sürüldüğünü belirterek faillerin yargılanması çağrısı yaptı. 11 Ocak 2012 tarihinde parlamentoda resmî bir özür deklarasyonu kabul edildi. Deklarasyon metninde, yakın tarihte Türk azınlığın maruz kaldığı uygulamalar “etnik temizlik” olarak tanımlanıyordu.
GÖRSELLER
DOKÜMANLAR
FLN'nin 1961 tarihli mektubu
121'ler Manifestosu
Fransız Tarihi Ders Kitabı
Fransız Tarihi Ders Kitabı - (FR)
FRANSA - CEZAYİR: SÖMÜRGECİLİK VE KİRLİ SAVAŞ
Cezayir'in, sömürgecilik ve Cezayir Savaşı'ndaki suçları için Fransa'dan beklediği özür
Tam metin
Hak ihlallerinin çok yoğun biçimde yaşandığı, uluslararası savaş hukukunun fütursuzca çiğnendiği 1954-62 Cezayir Savaşı, Fransa’nın sömürgecilik tarihinde önemli bir yere sahiptir.
Fransa’nın 1830’da işgal ettiği Cezayir’i anayasal bir statüyle kendine bağlaması sonucu toprakların tamamı Fransız yerleşimcilere açılmıştı. Cezayir, anayasal bir statüye bağlanması nedeniyle denizaşırı Fransız toprakları içinde istisnai bir yere sahipti. Ne var ki, buradaki insanların statüsü vatandaşlıktan ziyade sömürge tebasıydı. Vatandaşlık statüsü edinmek belli hükümlere, sözgelimi şeriat yasalarına bağlı olmama taahhüdüne tabiydi. Fransız sömürgeciliği Cezayir’in toplumsal ve iktisadi altyapısını çökertmiş; işsizlik ve yoksulluk yaygınlaşmıştı. Yoksullaşan Cezayirliler kitlesel olarak Fransa’ya göç etmek zorunda kaldılar.
Fransa’nın kirli savaş taktikleri, FLN’ye uluslararası platformlarda meşruiyet kazandırdı. 1959’da General De Gaulle, Cezayir’in kendi kaderini tayin hakkını tartışmaya açtı. FLN ile Fransız ordusu arasında görüşmeler başladı ve müzakereler neticesinde 1962’de Evian Antlaşması imzalandı. Antlaşma uyarınca, Cezayir’in sömürge statüsü ilga edildi, Cezayirliler kendi kaderlerini tayin hakkına kavuştu. Ancak savaş süresince bir milyon Cezayirlinin öldürülmüş olmasıyla ve Fransa’nın işlediği savaş suçlarıyla yüzleşilmedi. 1990’lara kadar Cezayir Savaşı’yla ilgili soruşturma komisyonları kurulması gündeme gelmedi. 1991’de bir grup Cezayirli göçmen, savaş suçlarının hafızalarda kalması için “hatırlama görevine” dikkat çeken eylemler düzenledi.
Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, 2007’deki Cezayir ziyareti öncesinde, Fransa’nın Cezayir’deki varlığının büyük acılara yol açtığını; sömürgeciliğin Fransa Cumhuriyeti’nin temel değerlerine aykırı olduğunu ifade etti, ama savaş suçlarının sorumluluğunu üstlenmedi. 2012’de Cumhurbaşkanı François Hollande de, Cezayir’in sömürgeleştirilmesini “adaletsizlik ve acımasızlık” olarak niteleyip sömürgeciliğin neden olduğu acıları tanıdığını söylediği halde, özür dilemekten kaçındı.
GÖRSELLER
DOKÜMANLAR
Kanlı Pazar Anma Etkinlikleri Kronolojisi
K. İrlanda ve Britanya Haritası
Kanlı Pazar'da Hayatını Kaybedenler
Saville Raporu
BRİTANYA - KUZEY İRLANDA: KANLI PAZAR
İngiltere Başbakanı David Cameron'ın resmi özrü
15 Haziran 2010
Tam metin
30 Ocak 1972’de Kuzey İrlanda’nın Derry şehrinde yaklaşık yirmi bin kişinin katıldığı bir protesto yürüyüşü düzenlendi. Gösterinin fitilini ateşleyen, Britanya ordusunun desteğiyle her türlü muhalefeti bastıran hükümetin 1971’de tüm gösteri ve yürüyüşleri yasaklama kararıydı. Bu karar üzerine Kuzey İrlanda Medeni Haklar Derneği NICRA, barışçıl gösteri hakkını savunmak için çağrıda bulundu. 30 Ocak Pazar günü Derry merkezinde toplanan göstericiler ordu güçleriyle karşı karşıya geldi ve askerlerin rastgele açtığı ateş sonucunda 14 kişi hayatını kaybetti. İrlandalılar nezdinde o gün tarihe “Kanlı Pazar” olarak geçecekti.
Kanlı Pazar, kuşaktan kuşağa aktarılan Kuzey İrlanda özgürlük mücadelesinin şiddetle bastırılmasının sembolü haline geldi.
Olaya dair tepkiyi yatıştırmak amacıyla, Britanya yönetimi güdümünde bir mahkeme kuruldu. Derry’de toplanmayı bile göze alamayan Lord Widgery başkanlığındaki bu göstermelik mahkemede, görgü tanıklarının ifadeleri dikkate alınmadı ve askerî personel aklandı. Bu süreç, Kuzey İrlanda’da çatışmaların daha da tırmanmasına sebep oldu. NICRA’nın pasifist mücadelesi kan kaybederken, IRA Katolik İrlandalıların meşru temsilcisi konumuna geldi ve otuz yıldan fazla süren çatışmalarda toplam 3.673 kişi öldü.
1994’te IRA’nın ateşkes ilanı ve akabinde 1998’de Britanya hükümetiyle IRA arasında imzalanan Belfast Antlaşması, Kanlı Pazar’la ilgili resmî söylemin sorgulanacağı barışçıl bir ortam doğurdu. Kanlı Pazar Adalet Kampanyası gibi geniş tabanlı demokratik etkinliklerin ivmesiyle, Başbakan Tony Blair, olaylarla ilgili yeni bir soruşturmanın açılacağını duyurdu. Barış süreci soruşturmaya, soruşturma ve peşi sıra gelen özür de barış sürecine katkıda bulundu.
Lord Saville başkanlığındaki mahkemenin yürüttüğü “Saville Araştırması”, Britanya tarihindeki en kapsamlı soruşturma oldu. 15 Haziran 2010’da kamuoyuna açıklanan raporda, askerlerin ateş açmadan önce uyarıda bulunmadığı, üstelik herhangi bir saldırı altında olmadıkları, kimi göstericilerin kaçarken vurulduğu belirtiliyordu. Kuzey İrlanda halkının 38 yıldır beklediği özrü parlamentoda dillendirmek de, dönemin başbakanı David Cameron’a düştü.
GÖRSELLER
DOKÜMANLAR
Allende Veda Konuşması
Fubelt Projesi
Victor Şara'nın Son Şarkısı
Memorandum 1
Memorandum 2
Valech Komisyon Raporu Tespitleri
ŞİLİ - ŞİLİ HALKI: PİNOCHET DÖNEMİ HAK İHLALLERİ
Şili Başkanı Patricio Aylwin'in resmi özrü
4 Mart 1991
Tam metin
Şili, 4 Eylül 1970’te düzenlenen seçimlerle Güney Amerika tarihinde bir ilke imza attı: Sol-sosyalist güçler, Salvador Allende’nin başkanlığındaki Halk Birliği çatısı altında birleşerek seçimle iktidara geldi. Ardından ülkede yeni bir sosyalist inşa dönemi başladı. Bu gidişata son vermek isteyen muhafazakâr güçler, ABD’nin finansal desteği ve CIA’in de devreye girmesiyle seferber oldu. “Kutsal ittifak”, 1973 seçimlerinde tekrar zafer kazanan Halk Birliği’nin önünü kesmek için askerî darbe yönteminde karar kıldı.
11 Eylül 1973’te General Pinochet önderliğindeki askerî cunta, hükümete yirmi dört saat içinde istifa etmesi yönünde ültimatom verdi. Allende ve arkadaşları boyun eğmediler. Başkanlık Sarayı’nı bombalayan ordu güçleri, darbenin ikinci günü Allende’yi öldürdü. Parlamento feshedildi ve Şili’de geniş çaplı bir insan avı başlatıldı. Ölüm Mangaları’nın düzenlediği operasyonlarda binlerce insan gözaltına alındı, ağır işkencelerden geçirildi, vahşice katledildi. Askerî diktatörlük, her çeşit muhalefet odağını fiilen yok etmeyi görev edindi. Uluslararası kapitalizmle entegrasyon için bir dizi ekonomik karar alındı. Ancak askerî cuntanın ihlalleri, dünyadan tepki toplamaya devam etti. 1988 yılında Şili’nin de facto yöneticisi olan Pinochet’nin göreve 8 yıl daha devam etmesi için bir referandum yapıldı ve halk baskıya rağmen yüzde 55,99 oranında “hayır” dedi.
Pinochet’nin ardından 1990’da başkanlığı devralan Hıristiyan Demokrat Patricio Aylwin, dikta rejimini yumuşatıp burjuva demokrasisini inşa etmeyi hedefliyordu. Bunun için öncelikle darbe yıllarında işlenen ağır insanlık suçlarını aydınlatmak zorundaydı. Böylece, Aylwin’in talimatıyla, hak ihlallerinin araştırılmasını amaçlayan Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu kuruldu. Komisyon, incelediği 3400 vaka çerçevesinde, darbe döneminde yaşanan hak ihlallerinin yüzde 95’inden ordu ve hükümet güçlerinin sorumlu olduğunu tespit etti. Aylwin, darbenin ilk günlerinde işkence ve katliam mekânı olarak kullanılan Santiago Stadyumu’nda, “Şili’de insan onurunun bir daha asla çiğnenmeyeceği” sözünü verdi ve 19 Mart 1991’de televizyonda yaptığı bir konuşmayla Şili halkından resmen özür diledi. Bu özürde, başta kayıp yakınları olmak üzere, Şili halkının mücadelesi etkili oldu.
GÖRSELLER
DOKÜMANLAR
2001 tarihli Balkanlar Haritası
Lahey'de BM'ye karşı açılan davanın kararı
Srebrenitsa Katliamı Kınama Deklarasyonu
Srebrenitsa Katliamı Kınama Deklarasyonu - (SR)
BM Güvenlik Konseyi 819 nolu Kararı
SIRBİSTAN CUMHURİYETİ - BOSNALI MÜSLÜMANLAR: SREBRENİTSA KATLIAMI
Sırbistan Parlamentosu'nun resmi özrü
31 Mart 2010
Tam metin
1990’larda Yugoslavya’nın dağılma sürecinin başlamasıyla birlikte federasyonu oluşturan farklı etnik topluluklar arasında dinî-milliyetçi akımlar yükselişe geçti ve bağımsızlık talepleri dillendirilmeye başladı. Slovenya, Hırvatistan, Makedonya ve Bosna-Hersek peş peşe bağımsızlığını ilan etti. Müslüman Boşnaklarla Ortodoks Sırpların ağırlıkta olduğu Bosna-Hersek’in 3 Mart 1992’deki bağımsızlık kararı üzerine, Bosnalı Sırplar da Sırp Cumhuriyeti’ni kurdu. Bosna-Hersek, Avrupa Birliği ve ABD tarafından tanınmıştı fakat Bosnalı Sırplar bağımsızlık kararına itiraz ediyordu. Sırbistan Devlet Başkanı Slobodan Miloşeviç’in ve Yugoslav Ordusu’nun desteğini alan Bosnalı Sırp güçleri, Sırp topraklarının bütünlüğünü sağlama gerekçesiyle Bosna-Hersek’e savaş açtı. Bosna-Hersek savaşı dört yıl sürdü; 1995’te en yoğun aşamasına ulaşan savaş sırasında yaklaşık 100.000 kişi hayatını kaybetti, 2 milyon kişi yerinden oldu.
Bosna-Hersek’in başkenti Saraybosna’nın Sırp ordusu tarafından dört yıl boyunca kuşatma altına alınmasından sonra, Bosnalı Müslümanlar, Birleşmiş Milletler’nin koruması altındaki bölgelere kaçmaya başladı. 1995 yazında, silahlarını bırakan Boşnakların gidebileceği ve BM askerleri tarafından korunan Srebrenitsa kasabasında büyük bir vahşet yaşandı. Birleşmiş Milletler tarafından “güvenli bölge” ilan edilen kasaba, kuşatıldı ve Hollandalı BM Barış gücünün varlığına rağmen “Akrepler” adındaki Sırbistan özel kuvvetlerinin eline geçti. Akrepler, birkaç gün içinde 8000’den fazla Boşnak Müslüman erkeği öldürdü. Öldürülenler toplu mezarlara gömüldü. Bosnalılar toplama kamplarında işkencelere ve insanlık dışı uygulamalara maruz kaldılar.
Uluslararası mahkemelerin ve AB’nin kararları Sırbistan’ın Srebrenitsa katliamındaki sorumluluğunu kabul etmesinde etkili oldu. 2009’da Avrupa Parlamentosu “Srebrenitsa Kararı” aldı ve Batı Balkan devletlerinin AB’ye entegrasyon için Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi ile tam bir işbirliği içinde olmaları koşulunu tekrarladı. Gerek mahkemeler tarafından açığa çıkarılan hakikatler, gerekse AB’nin girişimleri Sırbistan’ı geçmişiyle yüzleşmek zorunda bırakıyordu. Siyasal iktidar soykırım kararının tanınması yönünde demokratik muhalefet tarafından da sıkıştırılmaktaydı.
Sırbistan Parlamentosu 31 Mart 2010’da, devlet başkanı Boris Tadiç’in çabasıyla “Srebrenitsa’daki Suçu Kınama Deklarasyonu”nu kabul etti. Srebrenitsa katliamıyla ilgili dilenen özürde, yaşananlar soykırım olarak tarif edilmedi, mağdurlara tazminat ödemeleri yapılmadı. Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi ve yerel ceza mahkemeleri de, faillerin cezalandırılması konusunda yeterli olmadı.
+
Giriş
-
-
ABD1942- Toplama kamplarında 120.000 Japon1991Almanya1933- Brandt soykırım için diz çöküyor1970Avustralya1869- ‘Çalınmış Kuşaklar’dan özür1969Bulgaristan1984- Türklere karşı “etnik temizlik”2012Fransa1830- Bir milyon Cezayirli ölü2012Britanya1972- Başbakanın “Kanlı Pazar” özürü2011Şili1973- “Bir daha asla!” çığlığı1990Sırbistan1995- Srebrenitsa'yı Unutma!2010
ABD - Japon Amerikalılar : Japon Amerikalıların Toplama Kamplarında Tutulması
11 Eylül saldırıları ve hemen akabinde cereyan eden gelişmeler, neo-liberal “güvenlik/asayiş devletleri” açısından bir milat olarak değerlendirilebilir. 11 Eylül saldırıları, mevcut “ulusal güvenlik” söylemlerinin “terörle mücadele” söylemleriyle yeniden şekillendirilmesine neden oldu. “Terör” söz konusu olduğunda, başta adil yargılanma hakkı olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin askıya alınabileceği yeni ve çok karmaşık bir döneme girildi, üstelik sadece ABD’de değil, dünya sathında. ABD’nin Küba’daki “Guantanamo Kampı”, modern hukuk rejiminin istisnai bir mekânı olarak kullanıma açıldı. Suç ve ceza ilişkisinin hükmünü yitirdiği, kapatılanların ne zaman ve daha da önemlisi isnat edilen hangi suçlarla yargılanacakları belirsiz olan Guantanamo hapishanesi, hukukun sıfır noktasına tekabül etmesi nedeniyle bir toplama kampıdır esasında. ABD’deki Müslüman azınlıklar da bu kampa her an kapatılabilecek muhtemel zanlılardır. Ne var ki, ABD’nin toplama kampı deneyimini yürürlüğe sokması başlangıç noktası olarak 11 Eylül’le gerçekleşmemiştir, daha eskilere uzanır. Pearl Harbor sonrası ABD’de yaşayan Japon Amerikalılar da, türlü çeşitli ayrımcı muamelelere maruz kalarak, vatandaşlık haklarını yitirerek, toplama kamplarına kapatılıp özgürlüklerinden mahrum edildiler.
Japon Amerikalıların ayrımcı uygulamalara maruz kalması, ABD’ye yerleşme dönemlerine denk gelir. 1790 tarihli Vatandaşlığa Geçme Yasası, Amerikan vatandaşlığına kabul hakkını yalnızca özgür beyazlara tanıyordu. Toplumsal mücadelelerin de etkisiyle demokrasi adım adım ilerleyecek, vatandaşlık hakkına sahip olma zamanla siyahları ve köleleri de dairesine alacaktı. Lakin ABD’ye göç etmek zorunda kalan Japonlar mahut yasanın azizliğine uğruyor, hukuken vatandaş addedilmiyor yahut ülke hudutlarına girişleri daha baştan engelleniyordu. 1880’lerdeki Japon göçmenler (Issei) vatandaşlığa geçme (naturalization) hakkı tanınmayarak ayrımcılığa uğrayan son göçmen grup oldular. Ne var ki, yakın gelecekte, ABD’de ikamet eden Japon Amerikalıları bir başka talihsiz durum bekliyordu. 1905’te Japonya’nın Rusya’yı yenilgiye uğratmasından itibaren dünyada Japonları imleyen bir “sarı tehlike” söylemi peyda oldu. Bu söylem Japon Amerikalıların gündelik hayatlarını etkilemekte gecikmedi. 1907’de Japon ve Amerikan hükümetleri arasında imzalanan Centilmenler Antlaşması, kalifiye olmayan Japonların ABD’ye göçünü yasakladı. 1913’te göçmenlerin toprak satın alabilme hakları reddedildi. Çoğu Japon Amerikalı bu durumun üstesinden topraklarını çocuklarının adına alarak gelmeye çalıştı. Yine bu dönemde, sekiz eyalette beyazların Japon ve Çinlilerle evlenmesi yasaktı. Dört başı mamur ayrımcılıklar şu ya da bu gerekçeye bürünerek işliyordu.
Gelgelelim esas tehlike bir yıl sonra patlak verecek olan Birinci Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşecekti. 1920’lerde Amerikan donanması Pasifik Okyanusu’nda nihai bir savaşın artık kaçınılmaz olduğu düşüncesine vardı. ABD Japonya’ya karşı savaş hazırlığına başladı. 1965’teki Göç Yasası’na kadar yürürlükte kalan 1924 tarihli Ulusal Kökenler Yasası (National Origins Act), Japonya dâhil çeşitli ülkelerden Amerika’ya göçü yeniden ama bu kez 1907’de üretilenlerden farklı gerekçelerle epey kısıtladı. 1931’de Japonya’nın Mançurya’yı işgalinin yanı sıra, Pasifik Savaşı’nın da başlamasıyla birlikte Amerikan kamuoyunun Japonlara ilişkin görüşleri de giderek olumsuzlaşıyordu. Savaş yıllarında çoğu Japon Amerikalı, Los Angeles, San Francisco, Seattle gibi büyük kentlerde veya içe kapalı kırsal cemaatlerde yaşıyordu.
7 Aralık 1941’de Japonlar, Hawai’deki Amerikan Deniz Üssü Pearl Harbor’a, 2.400 kişinin ölümüne neden olan, sürpriz bir hava saldırısı düzenledi. FBI saldırıdan önce Batı Sahili’ndeki Budist rahipler, gazete editörleri, Japonca öğretmenleri gibi “tehlikeli” addedilen topluluk önderlerinin listelerini hazırlamıştı bile. Saldırı üzerine bu kişiler derhal tutuklanıp Montana ve Kuzey Dakota’daki uzak yerlerde hapsedildiler. Ne kendilerinin ne de ailelerinin nereye götürüldükleri hakkında hiçbir fikirleri yoktu. Bir aylık bir süre böyle bir belirsizlikle geçip gitti. Derken Batı Sahili’nde görevli Albay Karl Bendetsen ve General John DeWitt gibi askerî şahıslar, Başkan Franklin D. Roosevelt’i bütün Japonların uzaklaştırılmasına ikna ettiler. Oysa Başkan Roosevelt tam da bu konuya, yani “tehlikeli” addedilen Japon Amerikalılara ilişkin Curtis Munson’a özel bir rapor hazırlatmıştı. Rapor -FBI’ın öne sürdüklerinden farklı olarak- Japon Amerikalıların herhangi bir tehdit arz etmediği sonucuna varmıştı. Adalet Bakanlığı askerlerin önerilerine başta karşı çıkıyordu fakat FBI ısrarcıydı. Üstelik FBI meydana gelebilecek muhtemel sorunlarla da başa çıkabileceğini iddia ediyordu. İktidar blokları arasındaki siyasi polemik ve çekişmeler FBI lehine gelişti ve Japon Amerikalı vatandaşların derdest edilip toplama kamplarına kapatılacakları sürecin fitili ateşlendi.
Başkan Roosevelt,19 Şubat 1942’de -Pearl Harbor’dan iki ay kadar sonra- “Başkanlık Kararnamesi (Executive Order) 9066”yı imzaladı. Kararname uyarınca Savaş Bakanı’na dışarıya kapalı askerî alanlar yaratma yetkisi verildi. Kararnamede suçlanan kişilere dair cezai soruşturma başlatılmasının koşulları yoktu. Kararnamenin yürürlüğe girmesiyle birlikte askerî bölge ilan edilen Batı Sahili ve Güney Arizona’da yaşayan Japon Amerikalılar mal ve mülklerini hızlıca depolamak veya satmak zorunda kaldılar. Öncelikle yarış pistleri ve fuar alanlarında Toplama Merkezleri (Assembly Centers) kuruldu. Ardından California, Arkansas ve Arizona’da ikişer; Idaho, Wyoming, Utah ve Colorado’da birer tane olmak üzere toplam on Toplama Merkezi daha kuruldu. Gözaltına alınan Japon Amerikalılar kamplara dolduruldu. Çok geçmeden 77.000’i Amerikan vatandaşı olan 120.000 Japon -kararname onları doğrudan hedef almamasına rağmen- askerî talimatlardan hareketle toplama kamplarına kapatılmıştı.
Toplama Merkezleri, Savaş Zamanı Sivil Denetim İdaresi (Wartime Civil Control Administration, WCCA) tarafından yönetiliyordu. Kapatılanlar adil yargılanma haklarından mahrum edilmişlerdi. Kamplar katranlı kâğıttan inşa edilmiş, her aileye küçük bir oda tahsis edilmişti. Kimi tutuklular mevsimlik işçi olarak kamplardan ayrılabiliyordu. Benzer şekilde kendilerini kabul etmeye hazır okul bulan öğrenciler de, Doğu ve Orta Batı’daki üniversitelere okumaya gidebiliyorlardı. Sadakatlerini yönetimle uyumlu olarak kanıtlamaya çalışan Japon Amerikan Vatandaşlar Birliği (Japanese American Citizens League, JACL) ve pasif kalmanın yanlış olduğuna inananlar arasında zamanla fikir ayrılıkları belirdi. Amerikan hükümeti bu fikir ayrılıklarından istifade ediyordu: anketlere dayanarak “sadık vatandaşları” Orta Batı ve Doğu’da iş bulmaları için salıverirken; “sorun çıkaranları” ise Kaliforniya eyaletindeki Tule Lake kampına gönderiyordu. Kamplarda yaşayanlar kendilerini savaş esiri yahut hüküm giymiş mahkûmlar gibi hissediyorlardı. Aslında bu hislerinde pek de haksız sayılmazlardı zira kampları çevreleyen dikenli teller, gözetleme kuleleri ve silahlı nöbetçiler savaş esirliği hissiyatını destekliyordu. Nöbetçilere kamptan izinsiz çıkmaya çalışanları ve dur ihtarına uymayanları vurma emri verilmişti. 1942’de bu emre ilişkin bir soruşturma açıldı. Bir göçmen, nöbetçi askerin açtığı ateşle vurulmuştu. Soruşturma vurulan kişinin ön tarafından yaralandığını tespit etti. Nöbetçinin iddia ettiği gibi dur ihtarına uymama söz konusu değildi.
Sonuç olarak Toplama Merkezleri anayasal yurttaşlık haklarının askıya alındığı mekânlar olarak Amerika’nın yakın geçmişinde etkileri bugün de sürmekte olan bir yönetim anlayışının tezahürüydü. Bu yönetim anlayışının yol açtığı zararların telafi edilmesi, geçmişle hesaplaşma ve resmî özür pratikleri açısından da özgün bir deneyimi barındırıyor bünyesinde.
Başkanlık Kararnamesi’nin Japon Amerikalıları anayasal hakları olan adil yargılanma hakkından mahrum etmeye hangi siyasi ilişkiler yol açmıştı? Bu sorunun cevabını Kongre’nin 1980’de kurduğu, Savaş Dönemi Yer Değiştirme ve Sivillerin Enterne Edilmesi Komisyonu’nun (Commission on Wartime Relocation and Internment of Civilians, CWRIC) hazırladığı raporda bulmak mümkün. 750 tanığın ifade verdiği oturumlar sonunda Komisyon karara vardı. Buna göre, Başkanlık Kararnamesi savaş gereklilikleri değil, aksine “ırksal önyargılar, savaş histerisi ve siyasi liderlerin başarısızlığı” nedeniyle gerçekleştirilmişti. Komisyon raporunda bu hakikate kanıt teşkil etmesi hasebiyle Hawaii’deki uygulamaların farklılığına işaret edildi: Hawaii’deki nüfusun yüzde 35’ini oluşturan Japon Amerikalıların sadece yüzde 1’i gözaltına alınmıştı.
1948’de Kongre’den geçen ve Başkan Harry S. Truman tarafından imzalanan Japon Amerikalıların Hak Talepleri Yasası’na göre, kaybedilen mülklerin tazminine karar verildi. 23.000 kişinin 131 milyon dolar tutarındaki hak talepleri için 38 milyon dolarlık bütçe ayrıldı. 1952’de Japon Amerikalılar dâhil göçmenlere yönelik vatandaşlığa geçme sürecindeki ırksal ve etnik kısıtlamalar kaldırıldı.
1960’lara gelindiğinde göçmen çocukları sosyoekonomik kazanımlarıyla orta sınıfa yükselmişlerdi. Bu yeni kuşak -elbette Vietnam Savaşı’nın da etkisiyle- bir önceki kuşağın İkinci Dünya Savaşı’ndaki tutumlarını sorgulamaya başladı. Ebeveynlerinin pasif kalmalarını, sivil hakları için yeterince mücadele etmemelerini eleştiriyorlardı. Geçmişin muhasebesini eleştirel olarak çıkarmaya çalışırlarken, etnik kökenlerine daha fazla vurgu yapıyorlardı. Verilen mücadeleler meyvesini veriyordu: Japon Amerikalılar ilk demokratik kazanımlarını, 10 Şubat 1976’da Başkan Gerald Ford’un 4417 sayılı beyannamesiyle elde ettiler. Başkan Ford söz konusu Beyanname’de, 19 Şubat 1942’yi Amerikan tarihinde üzücü bir gün olarak tanımlıyordu. Geçmişteki bir hukuksuzluk yetkili bir ağız tarafından resmen tanınmıştı. Başkan Ford, Başkanlık Kararnamesi’nin yürürlükten kaldırıldığını şu sözleriyle ifade etti:
“Amerikan halkını benimle beraber, bu Amerikan vaadini doğrulamaya çağırıyorum – biz uzun zaman önce yaşanan bu trajediden, sonsuza kadar her Amerikalı birey için özgürlük ve adalete değer vermeyi öğrendik ve bir daha asla böyle bir eylemin tekrarlanmamasına kararlıyız.”
Başkan Ford’un resmî söylemlerine rağmen tazminat paketinin oluşturulması için 12 yıl gibi bir sürenin geçmesi gerekiyordu. 1980’de Başkan Jimmy Carter, Kongre’de Savaş Dönemi Yer Değiştirme ve Sivillerin Enterne Edilmesi Komisyonu’nun yeniden kurulması için hazırlanan yasayı imzaladı. Haziran 1983’te yayınlanan Komisyon raporu, Kongre’ye beş tavsiyede bulundu: 1) Yapılan hataları tanıyan ve özür dileyen bir ortak kongre kararı; 2) Tahliye emrine itaat etmeyenleri affeden başkan affı; 3) İade-i itibar ve ayrımcılık yüzünden kaybedilen hakların iadesi; 4) Eğitim aktivitelerine sponsorluk yapacak bir vakfın kurulması; 5) Savaşta kamplara kapatılanlardan hayatta kalan 60.000 kişinin her birine 20.000 dolar tazminat ödeyecek bir fonun kurulması. Bütün bu tavsiyeler 1988 yılında hazırlanan Medeni Özgürlükler Yasası’yla (Civil Liberties Act) hükme bağlandı. 1980’lerde Japon Amerikalılar siyasi olarak aktif olmayan, toplam nüfusun yüzde 1’inin altında, azınlık konumundaydılar. Ayrıca tazminat için yasama yolu ile yargı yolu arasında bölünmüşlerdi. Üstelik federal bütçe açığının rekor boyutlara ulaştığı bir dönemde toplamda 1,25 milyar dolar tazminat talep ediyorlardı.
Tazminat konusunda ciddi bir muhalefet damarı da vardı. Özellikle bazı gazi grupları karşı çıkıyordu tazminata. Buna mukabil, Yabancı Savaş Gazileri ve Amerikan Lejyonu gibi gruplar hiçbir zaman resmen tazminat yasasına muhalefet etmediler. Yasa lehine lobi yapmasalar da toplantılarında tazminat için kararlar çıkardılar. Bunun nedeni Kuzey Afrika ve Avrupa cephesinde ve Pasifik’te istihbarat çalışmalarında görev yapan Japon Amerikalılardı. Aileleri toplama kampındayken görev yapan bu gaziler arkadaşlarını tazminat konusunda ikna ettiler. Yasaya muhalefet eden yegâne grup tarihçi Lillian Baker’ın öncülüğünü yaptığı, Kaliforniya’da faaliyet gösteren Tarihsel Doğruluk İçin Amerikalılar grubuydu. Amerikan tarihinin çarpıtılmasına karşı çıktıklarını ve bu yönde çalışma gerçekleştirdiklerini iddia eden grup, mektup yazma kampanyaları örgütlemenin yanı sıra, kimi gösteriler de düzenliyor; Kongre’deki oturumlarda tanıklık yapıyorlardı. Öte yandan, senatör ve temsilcilerin yasa konusunda özgürce oy kullanabilmeleri ve partilerin herhangi bir zorlamada bulunmaması da, tazminat paketinin oluşturulması hususunda önemli bir unsurdu. Japon Amerikalılar tazminat paketinin çıkması için çabalamaktan geri adım atmıyorlardı. Asyalı Amerikan grupları yahut medeni haklar grupları gibi başka örgütlerle ilişkiye geçiyorlardı. Kongre’ye baskı yapmak için bu grupların ilişkileri, üyeleri, kaynakları ve siyasi uzmanlıklarından yararlanıyorlardı.
Nihayet Medeni Özgürlükler Yasası 1988’de Başkan Ronald Reagan tarafından imzalandı ve tazminatların yolu açıldı. Başkan George H. W. Bush, Pearl Harbor saldırısının 50. yıldönümü olan 7 Aralık 1991’de bir özür mektubu kaleme aldı. Bush ayrıca, 27 Eylül 1992’de, Medeni Özgürlükler Yasası Değişiklikleri kapsamında, enterne edilenlerin tümünün 20.000 dolarlık tazminatlarını alabilmesi için ek 400 milyon dolar tutarında bir ödeneğe onay verdi. Kamplara gönderilenler arasında hayatta kalanlar, Başkan Bush tarafından imzalanmış özür mektubuyla birlikte tazminat çeklerini aldı. Geçmişi hatırlamaya ve onunla yüzleşmeye yönelik şu sözler, Bush’un 1991’de ABD hükümeti adına yayımladığı resmî özürde yer alıyordu:
“Hatırlama, geçmişle hesaplaşmada önem arz etmektedir. Berrak gözlerle geçmişinin tüm görkemine ve rezilliklerine bakmadığı takdirde hiçbir ulus kendisini bütünüyle anlayamaz yahut dünyadaki yerini bulamaz. Bizler ABD’de, tarihimizde böyle bir adaletsizliğin yaşandığını kabul ediyoruz. Ataları Japon olan Amerikalıların [Toplama Merkezleri’ne] kapatılması büyük bir adaletsizlikti, söz konusu adaletsizlik bir daha asla tekrarlanmayacaktır.”
Bush’un mektubundan sonra, 1 Ekim 1993’te, Başkan Clinton da konuyla ilgili bir özür mektubu yazdı. Geçmişle hesaplaşma uyarınca, özür mektupları ve tazminat ödemelerinin yanı sıra, bir başka süreç daha yaşandı ABD’de. Toplama Merkezleri’nin, 2001 bütçesinden kaynak yaratılarak, hatırlama mekânları olarak “tarihsel semboller” haline getirilmesine karar verildi:
“Manzanar, Tule Lake, Heart Mountain, Topaz, Amache, Jerome ve Rohwer gibi Toplama Merkezleri’nin bulunduğu yerler, en kutsal vazifesi, yurttaşlarını önyargı, açgözlülük ve siyasal menfaatlere karşı korumak olan Amerikan ulusunun, bu hususlarda başarısız olduğunun anımsatıcısı olarak sonsuza değin ayakta kalacaklardır.”
Bütün bu özür ve geçmişle hesaplaşma etkinliklerinin ABD’de özellikle 11 Eylül sonrasındaki süreçlerde pozitif bir etkisinin olduğu inkâr edilemez. Şöyle ki, Amerikan vatandaşı Müslümanlara karşı ayrımcılığın önüne -her ne kadar belli bir tehdit algısı yürürlükte olsa da- geçmişte olanlardan çıkarılan derslerle çıkıldı. “Bir daha asla” sözü hayattaki karşılığını bulmuştu.
Yararlanılan kaynaklar
Erica Harth (der.), Last Witnesses: Reflections on the Wartime Internment of Japanese Americans, New York: Palgrave Macmillan, 2001.
Greg Robinson, By Order of the President: FDR and the Internment of Japanese Americans, Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press, 2001.
Leslie T. Hatamiya, “Institutions and Interest Groups: Understanding the Passage of the Japanese American Redress Bill”, When Sorry Isn’t Enough: The Controversy over Apologies and Reparations for Human Injustice içinde, Roy L. Brooks (der.), New York: New York University Press, 190-200, 1999.
Nancy F. Cott, Public Vows: A History of Marriage and the Nation içinde, Kindle Edisyonu, Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press, 2002.
Roger Daniels, “Redress Achieved: 1983-1990”, When Sorry Isn’t Enough: The Controversy over Apologies and Reparations for Human Injustice içinde, Roy L. Brooks (der.), New York: New York University Press, 189, 1999.
Roger Daniels, “Relocation, Redress, and the Report: A Historical Appraisal”, When Sorry Isn’t Enough: The Controversy over Apologies and Reparations for Human Injustice içinde, Roy L. Brooks (der.), New York: New York University Press, 183-186, 1999a.
Roy L. Brooks, “Japanese American Redress and the American Political Process: A Unique Achievement?”, When Sorry Isn’t Enough: The Controversy over Apologies and Reparations for Human Injustice içinde, Roy L. Brooks (der.), New York: New York University Press, 157-162,1999.
Sandra Taylor, “The Internment of Americans of Japanese Ancestry”, When Sorry Isn’t Enough: The Controversy over Apologies and Reparations for Human Injustice içinde, Roy L. Brooks (der.), New York: New York University Press, 165-168, 1999.
Almanya - Yahudiler: Holokost
Naziler, iktidar oldukları dönemde, ezici çoğunluğu Yahudiler olmak üzere yaklaşık 6 milyona yakın insanı öldürdüler. 20 Kasım 1945’te müttefikler tarafından Nürnberg’de Uluslararası Askerî Mahkeme kuruldu ve Nazi iktidarının belli başlı figürleri yargılanıp -idam da dahil olmak üzere- cezalandırıldılar. Geçmişle hesaplaşma süreçlerine hukuki bir temel yahut başlangıç noktası teşkil etmiş olsa da, bu askerî yargılamalar toplumsal ve genel bir yüzleşme için yeterli değildi. Mahkeme sonrasında Adolf Hitler ve şürekâsı faşizmin odağı haline geldi. Nazi rejiminin vahşi icraatları Hitler’e havale ediliyor; Alman toplumu ideolojiler tarafından ayartılmış masum yurttaşlar olarak esirgeniyordu. Bu ayrımlar uzunca bir süre varlığını korudu: 1960’ların ortalarında Frankfurt’ta gerçekleştirilen Auschwitz mahkemeleri ve yine 1961’de Kudüs’te gerçekleştirilen Eichmann yargılaması, geçmişteki suçları kişiselleştirecek, “nezih Almanlar arasında münferit suçlular” anlatısını devam ettirecekti.
Almanya’da savaştan sonraki ilk yıllarda Nazi geçmişi hatırlanmak istenmiyordu. Gelgelelim toplumsal hafızayı bütünüyle silmek mümkün değildi. Dolayısıyla, unutma ve hatırlama süreçleri iç içe işliyordu. Bu çerçevede, sözgelimi üniversite açılış konuşmaları gibi kamusal söylemlerde “soykırım” sözü ısrarla ve maharetle geçiştiriliyor, bunun yerine “ırk çılgınlığı”, “toplu öldürmeler” gibi tarihsel olguları hafifleten laflar ediliyor, “Yahudi” kelimesiyse nadir zikrediliyordu. Geçmişte kimi suçların işlendiği kabul ediliyordu ama bu suçların iddia edildiği gibi soykırım olmadığı öne sürülüyordu.
1945-49 arası dönem geçmişin söylemsel olarak bastırıldığı bir dönem olarak kayıtlara geçti. Geçmişin bastırılması kolektif sorumluluktan muaf olmayı da beraberinde getiriyordu. Toplumsal hayatta en alt kademedeki insanlardan üst düzey siyasi temsilcilere kadar pek çok kesim, aslında kurbanların Yahudiler değil, kendileri olduğunu dillendiriyordu. Gaz odalarından yahut ölüm trenlerinden habersiz olunduğu ifade ediliyor, bu sayede bireysel ve toplumsal sorumluluk duygusundan sıyrılmaya çalışılıyordu. Almanlara toplama kamplarının ziyaret ettirilmesi, konuyla ilgili belgesellerin hazırlanıp dolaşıma sokulması, kısa bir sürede “bilgisizlik” mazeretini hükümsüzleştirdi. Alman kamuoyu geçmişle ciddi ciddi hesaplaşmak zorundaydı: hakikatler toplama kamplarında ayan beyan ortadaydı.
Resmî Unutuştan Toplumsal Hatırlamaya: 1960’lar ve Sonrası
1960’lı yıllar Almanya’da toplumsal suskunluğun yavaş yavaş dağıldığı bir dönemin başlangıcı oldu. Hem içeriden hem de dışarıdan gelen demokratik baskılar, bastırılan geçmişin masaya yatırılmasını şart koşuyordu artık. Sosyalist Doğu Almanya, Federal Almanya’nın resmî unutuş siyasetine karşı, Nazi geçmişini sürekli gündemde tutmuş, oradaki siyasi kadroların Nazi artıklarından oluştuğunu öne sürmüştü. Tamamen Batı’ya yıkıp dışsallaştırarak Nazi geçmişini “üzerinden atan” Doğu Almanya’nın Nazi zihniyetinin alttan alta yeniden üretimine engel olamadığı, Berlin Duvarı’nın yıkılıp iki Almanya’nın birleşmesinden sonra görülecekti. 1968 gençlik hareketlerinin ortaya çıkışının Almanya’daki etkisi, Nazi geçmişinin sorgulanması açısından daha önemli bir etken oldu. Genç kuşaklar bir önceki kuşakları etik olarak mahkûm ediyor, samimi ve sahici bir yüzleşme için söylemler üretiyor, hakikatlerin açığa çıkartılması için çaba sarf ediyorlardı. Yeniden mahkemeler açıldı. Hakikatler açıkça konuşuluyor, inkâr edilen soykırım suçu kabul ediliyordu. Milyarlarca Mark tazminat ödemeleri yapıldı. Her bölgede geçmişi hatırlatan anıtlar dikildi. Yılın belli günleri Holokost kurbanlarını anma törenlerine ayrıldı.
Geçmişle hesaplaşmada -kimsenin beklemediği bir anda- kurbanların yüreklerine su serpen önemli bir gelişme daha yaşandı: 7 Aralık 1970’te, Batı Almanya Başbakanı Willy Brandt’ın Varşova Yahudi Gettosu kurbanları için yapılan anıtın önündeki özür jesti, geçmişle hesaplaşmada bir tür dönüm noktası olarak tarihe geçti. Özür sadece dille değil, bedenle de dilenebilirdi. Nitekim Brandt anıtın önünde diz çöküp kurbanlardan bedeni aracılığıyla özür diledi. Sembolik değeri ziyadesiyle yüksek olan jest, sadece Varşova’dakiler için değil, “Nihai Çözüm” siyasetinde hayatını kaybeden bütün Yahudiler içindi esasında. Temsil kişisel bedenin sınırlarını çoktan aşmıştı: Willy Brandt’ın bedeni Almanya’nın temsilî bedenine dönüştü.
Polonya’da Yahudi Soykırımı
İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Almanların siyaseti şu doğrultuda bir seyir izledi: İşgal edilen her yerde Yahudilerin toplumdan ve anayasal yurttaşlık statülerinden tecrit edildiği gettolar kuruldu. Nazi iktidarının sömürgecilikten gıdasını alan egemenlik siyasetine karşı direniş şebekelerinin örgütlenmesi işten bile değildi. Nitekim 1941-43 arasında gettolarda yaşayan Yahudiler yüze yakın direniş grubu oluşturmuştu. Söz konusu grupların düzenlediği örgütlü direnişlerden en ses getireni Varşova Gettosu’ndaki direnişti. Varşova Gettosu 1942 yazına kadar yaklaşık 500 bin kişinin doldurulduğu tecrit alanlarından biriydi. 1942 yazında 300 bin kadar Yahudi gettodan alınıp Treblinka’daki imha kampına gönderildi. Kampa gönderilenlerin katledildiği haberleri gettoya ulaştı ve belli bir dalgalanma yarattı bunlar. Haberlerin de tazyikiyle, 23 yaşındaki Mordecai Anielewicz önderliğinde, çoğunluğu gençlerden oluşan Yahudi Mücadele Örgütü (ZOB) kuruldu. Örgüt, Yahudileri tren vagonlarına gitmemek için direnişe çağıran bir deklarasyon yayınladı. 18 Ocak 1943 tarihinde Alman ordusu ikinci bir sürme harekâtı başlattı fakat örgütün silahlı direnişiyle karşılaştı. Birkaç gün süren şiddetli çatışmalardan sonra Almanlar geri çekilmek zorunda kaldı. Almanları püskürtme direnişin moralini yükseltti. 19 Nisan’da Alman askerleri ve polis teşkilatı gettoda yaşayanları boşaltmak için yeni bir operasyon düzenledi. Sayıları 750 kadar olan direnişçiler gettoda bir ay kadar direnebildi ve 16 Mayıs 1943’te direniş bastırıldı. 56 bin Yahudi esir alındı. Esirlerden 7 bini kurşuna dizildi, geri kalanlarsa imha kamplarına gönderildi. Avrupa sathındaki Yahudilerin kıyımında Polonya yabana atılamayacak bir ülke olarak Nazi iktidarının suç defterine yazılmıştı. Geçmişle hesaplaşma söylemi uyarınca Willy Brandt’ın Varşova Gettosu’nu tercih etmesi, bu açıdan hiç de tesadüf değildi.
Willy Brandt, “Doğu Siyaseti” ve Özre Giden Yol
Willy Brandt hayatının bir dönemini Nazi yönetiminin sürgün ve imha siyasetlerinden kaçarak geçirdi. Herbert Ernst Karl Frahm olarak dünyaya gelen Brandt, 1929 yılında Sosyalist Gençlik’e, 1930’da Alman Sosyal Demokrat Partisi’ne, ardından da Sosyalist İsçi Partisi’ne katıldı ve bu yıllarda aktif siyaset yaptı. 1933’te Nazi iktidarının sürek avından kurtulmak üzere siyasi sürgün olarak Norveç’e sığınmak zorunda kaldı ve oradayken Nazi ajanlarına yakalanmamak için Willy Brandt takma adını aldı. 1939’da Norveç’te Alman askerleri tarafından gözaltına alındı ama Norveç üniforması giydiği için kim olduğu fark edilmedi. Salıverildikten sonra savaş sonuna kadar kalacağı İsveç’e kaçtı. Willy Brandt takma adını savaş sonrasında da kullanmaya devam etti.
Willy Brandt’ın diz çöküşünün siyaseten etkili olmasının sırrı, kişisel olarak faşizmden mustarip olmasında, demokratik değerlere bağlılığında, dahası suça bulaşmamış olmasında aranmalı. Sembolik özür jestinin ikiyüzlülük yahut siyasi hesapçılıkla karalanabilmesi siyasi karakterinden ötürü mümkün değil. Özür jestinin aynı zamanda Doğu Siyaseti (Ostpolitik) ile de yakından alakası vardı. Bunu pragmatik saiklerle dilenmiş, daha doğrusu “araçsallaştırılmış” bir özür olarak anlamlandırmak infazsızlık olur. Kaldı ki, Brandt nazarında iki süreç -Doğu Siyaseti ve özür- birbirini tamamlıyordu. Diz çöküşün olumlu mahiyetini anlamak için Doğu Siyaseti’ni açmakta fayda var.
Brandt Polonya ziyaretiyle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da ortaya çıkan Doğu ve Batı blokları arasındaki ilişkileri yumuşatmak istiyordu. Savaş sonrasında imzalanan Potsdam Antlaşması, Doğu Prusya, Batı Prusya, Pommern, Brandenburg, Silezya ve Yukarı Silezya gibi savaş öncesinde Almanya’ya bağlı olan toprakları Polonya’ya bırakmıştı. Almanya’ya herhangi bir barış antlaşması olmadan toprak kaybının olmayacağı garantisi verilmişti. Söz konusu topraklarda yaşayan Almanlar Almanya’ya göç ettiler. Boşaltılan topraklaraysa Sovyetler Birliği’nin sınırlarına dâhil edilen Polonya’da yaşayan Lehler yerleştirildi. Willy Brandt’ın öncülüğünü yaptığı Doğu Siyaseti’ne kadar Almanya Federal Cumhuriyeti bu topraklardaki egemenlik iddiasından vazgeçmiş değildi. 1960’larda Hıristiyan Demokratlardan Willy Brandt’ın üyesi olduğu Alman Sosyal Demokrat Partisi’ne değin anaakım siyaset “Feragat İhanettir” (Verzicht ist Verrat) çizgisindeydi.
1961’de Berlin Duvarı inşa edildi. Amerikan Başkanı Kennedy duvarın inşasını Sovyet-Amerikan gerginliğini azaltan bir süreç olarak olumlu karşılamıştı. Buna göre bundan böyle iki “süper güç” arasındaki nüfuz alanları belli olacaktı. Doğu ile Batı’nın ayrılığını esas alan tüm bu gelişmeler, 1961’de Berlin Belediye Başkanı olan Brandt’ı farklı bir yaklaşımın gerekliliği hususunda düşünmeye yöneltti. 1969 seçimlerinden sonra Sosyal Demokrat Parti’yle Hür Demokrat Parti koalisyon hükümeti kurdu. Hükümetin Şansölyesi sıfatıyla Willy Brandt, 17 Haziran 1970’te Alman parlamentosunda (Bundestag) Doğu Siyaseti’ne ilişkin şöyle konuştu:
Eğer tarihsel süreç içinde Avrupa’da sınırların insanları ve halkları birbirinden ayıran işlevlerini yitirmesini istiyorsak, öncelikle fiilen ve siyaseten mevcut sınırları tanımalıyız.
Doğu Siyaseti Alman dış siyasetini gerçekçi bir zemine oturtmayı amaçlıyordu. Bu siyaset aracılığıyla Doğu Almanya başta olmak üzere Sovyetler Birliği, Polonya ve Çekoslovakya gibi Doğu Bloku ülkeleriyle ilişkilerin geliştirilmesi arzulanıyordu. Brandt’ın gerçekleştirdiği Varşova ziyareti, Almanya ve Polonya arasında yakınlaşma sürecini başlatma niyetindeydi. 7 Aralık 1970’te imzalanan Varşova Antlaşması’nda tarafların birbirlerine şiddet uygulamaması ve Oder Neisse sınırının kabul edilmesi konularında karar alındı. Brandt’ın Doğu Siyaseti uluslararası kamuoyunda olumlu karşılanmıştı. Elbette bu siyasete karşı çıkanlar da vardı. Hıristiyan Demokratlara yakın muhafazakâr çevreler ve Doğu Avrupa’dan iltica eden etnik Almanların örgütlediği dernekler Brandt’a muhalefet ediyorlardı. Brandt’ın etrafındaki Günter Grass ve diğer entelektüellerse Doğu Siyaseti’nin en önemli destekçileri arasındaydı.
Geçmiş Karşısında Diz Çökme: Özür ve Etkileri
Varşova Antlaşması imzalandıktan sonra Willy Brandt, üzerinde Alman bayrağının siyah, sarı ve kırmızı renkleri olan bir çelenkle Getto Anıtı’nı ziyaret etti. Çelengi anıta yerleştirdikten sonra kimsenin beklemediği bir anda anıtın ıslak taşları üzerinde dizlerinin üstüne çöktü. Ellerini saygıyla önünde kavuşturdu ve başı hafif eğik bir şekilde sessizce anıta baktı. Sadece orada bulunanları değil, bütün dünya kamuoyunu sarsan bu jestin etkisini Varşova direnişine katılan birinin sözleri özetliyordu:
“Willy Brandt’ın Varşova Gettosu anıtındaki diz çöküşünü gördüm. O anda şunu hissettim: Artık içimde nefret yok! O diz çöktü ve halkını yükseltti.”
Brandt’ın jesti anıtın etrafındakilerde bir şok etkisi yaratmıştı. Başlangıçta kimseler bir anlam verememişti bu harekete. Önceden kararlaştırılmış bir eylem değildi. Bayıldığını düşününler dahi vardı.
Jesti samimi olarak değerlendirenler olduğu kadar samimiyetini sorgulayanlar da vardı. Neden ve hangi dürtüyle yaptığına ilişkin sorulara yıllarca maruz kaldı Brandt. Bu durumun etkisiyle olacak ki, 1989’da yayımlanan Hatıralarım adlı kitabında jeste yeniden değindi. Willy Brandt Varşova Gettosu ziyaretinden önceki geceyi, Almanlar tarafından bombalanan Wilanow Sarayı’nda geçirmişti. Savaşın izlerinin hâlâ silinmediği bu sarayda sabaha kadar uyuyamamıştı. Brandt o geceyi ve diz çökmeyi anılarında şöyle anlatıyordu:
“Hâlâ bana o hareketimi soruyorlar: Bunu daha önce planladın mı? Kesinlikle hayır! Etrafımda duran gazeteci ve foto muhabirleri kadar yakın arkadaşlarım da şaşırmıştı. O davranışımı planlamamıştım fakat Wilanow Sarayı’nda geçirdiğim gece gettodaki anıtın önemini düşündüm. Alman tarihi ve milyonlarca kurban için söyleyecek söz bulmakta zorlanmıştım, dizimin bağları çözülmüştü.”
Brandt’ın Doğu Siyaseti ve sembolik diz çökme hareketi birçok dış ülke ve özellikle ABD’de hayli olumlu karşılandı. Time dergisi 4 Ocak 1971 tarihli sayısında Brandt’ı, “Yılın Adamı” olarak kapağına taşıdı. Almanya içindeki tepkilerse karışıktı. Der Spiegel dergisinin yaptığı ankete göre, katılımcıların % 41’i diz çöküşü uygun; % 48’iyse abartılı bir hareket olarak değerlendiriyordu. Gençler ve yaşlıların Brandt’ı orta yaşlılardan daha fazla desteklemeleriyse dikkat çekiciydi. Doğu Siyaseti özellikle sağ kesimden tepki çekiyordu. Bild gazetesi Erna Hannebauer adlı ev kadının mektubunu yayınlamakta bir sakınca görmüyordu: “Hangi hakla hiçbir ödün almadan Almanya’nın dörtte birini hediye ediyorsunuz?” Gazetenin genel yayın yönetmeni Peter Boenisch de, Willy Brandt’ı keskin bir dille eleştiriyordu:
“Katolikler insanın yalnızca Tanrı karşısında diz çökeceğini bilir. Ne var ki, muhtemelen kiliseden ayrılmış bir sosyalist Batı’dan geliyor ve diz çöküyor. Bu diz çökme halkı duygulandırıyor. İyi de Stalinizmin kurbanlarını da duygulandırır mı acaba bu diz çöküş?”
Hıristiyan Demokrat Partiler (CDU ve CSU) Doğu Siyaseti’ne açıkça muhalefet ettiler ve bunun anayasaya aykırı olduğunu iddia ettiler. Sağ cenahtan yöneltilen tüm tepkilere rağmen CDU içindeki etkili ve giderek büyüyen bir azınlık, Doğu’yla, özellikle de Polonya ile ilişkilerin normalleşmesi açısından sınır düzenlemesinin kaçınılmaz olduğuna ikna oldu. Willy Brandt’ın Doğu Siyaseti iki ülke arasındaki mevcut düşmanlığı fiilen bitirdi. Varşova Gettosu’ndaki diz çöküşü hem Doğu Siyaseti’nin hem de Alman dış siyasetinin itibarını artırdı. Doğu ve Batı blokları arasındaki barışa hizmet eden çalışmalarından ötürü Willy Brandt 1971 yılında Nobel Barış ödülüne layık görüldü.
Willy Brandt’ın diz çöküşü siyasette medyatik bir olay olmanın ötesinde, özü itibariyle Alman toplumsal hafızası ve kimliğinde yeni bir dönem açan, Almanların Nazi geçmişiyle yüzleşme ve hesaplaşma yollarını değiştiren bir eylemdi. Özür hem şahsi hem de siyasi bir özellik taşıyordu. Geçmiş karşısında diz çökemeyenler adına da yapılmış cesur bir eylemdi. Willy Brandt’ın diz çöküşü zamanla hem Almanya’da hem de uluslararası siyasette geçmişle hesaplaşma arzusunu ifade eden önemli bir sembole dönüştü.
Alman devlet yetkilileri çeşitli kereler İsrail’den ve Yahudilerden özür dilediler ve Almanya, İsrail’e 70 milyar dolar, Holokost’tan sağ kalanlara da 15 milyar dolar tazminat ödedi.
Yararlanılan kaynaklar
“Kniefall angemessen oder übertrieben?”, Der Spiegel 51: 27, 1970,
“The Warsaw Ghetto Uprising”, US Holocaust Memorial Museum, Adam Krzeminski, “Der Kniefall”, Point. Portal Polsko-Niemiecki, Deutsch-Polnisches Portal.
Orjinal metin için: Polityka 49.
Alexander Behrens, “‘Durfte Brandt knien?’ – Der Kniefall und der deutsch-polnische Vertrag”, Friedrich Ebert Stiftung Online Akademie, 2010,
Elazar Barkan, Alexander Karn, “Group Apology as an Ethical Imperative”, Taking Wrongs Seriously: Apologies and Reconciliation içinde, Elazar Barkan ve Alexander Karn (der.), Stanford: Stanford University Press, 3-30, 2006.
Markus Kornprobst, Irredentism in European Politics: Argumentation, Compromise and Norms, Cambridge University Press, 2008.
Mithat Sancar, Geçmişle Hesaplaşma: Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne, İstanbul: İletişim Yayınları, 2007.
Ruti Teitel, “The Transitional Apology”, Taking Wrongs Seriously: Apologies and Reconciliation içinde, Elazar Barkan ve Alexander Karn (der.), Stanford: Stanford University Press, 101-114, 2006.
Valentin Rauer, “Symbols in Action: Willy Brandt’s Kneefall at the Warsaw Memorial”, Social Performance: Symbolic Action, Cultural Pragmatics, and Ritual içinde, Jeffrey C. Alexander, Bernhard Giesen ve Jason L. Mast (der.), Cambridge: Cambridge University Press, 257-282, 2006.
Willy Brandt, My Life in Politics, New York: Viking, 1992.
Avustralya - Aborjinler ve Torres Boğazı Adaları Halkı: Çalınmış Kuşaklar
Avustralya, Kanada, Yeni Zelanda, ABD ve Arjantin gibi yerleşimci devletlerde “yerliler” açısından temel mesele sömürgecilerin asimilasyon siyasetlerine karşı mevcut kimliklerini muhafaza etmek olmuştur. Sömürgeciliği yerleşimcilikle paralel götüren mahut devletler siyasal egemenlik tesisi esnasında, işgal ettikleri topraklardaki yerli “unsurları” asimile etme yoluna gitmişlerdir. Yerlilerin asimilasyon siyasetlerine tabi tutulması muhtelif şekillerde cereyan etmiş ve asimilasyon süreçleri geride yığınla ihlalin birikmesine neden olmuştur. Yerleşimci sömürge devletlerinde icra edilen eylemler bugünkü ahlâk ve adalet ölçütlerine aykırı olmanın yanı sıra, hâkim ulus kimliği açısından da önemli bir sorun teşkil etmektedir. Başlangıçta asimilasyon siyasetlerinin yarattığı kolektif suçluluk duygusunun üstesinden geçmişteki eylemlerin aklileştirilmesiyle gelinmeye çalışıldı. Fakat bu tutum pek çok kesim nezdinde -yerlileri hedef alan türlü eşitsizlikler göz önüne alındığında- sürdürülebilir olmaktan çıktı. Geçmişte yaşanan fakat bugünkü ahlâki ve vicdani ölçütlere ters düşen pratiklerle bugün nasıl yüzleşileceği de, bir diğer önemli mesele. Yerleşimci sömürgecilik zihniyeti üzerine kurulmuş devletlerde, güncel kimlik tartışmaları temel sorunlardan biri olmaya devam ediyor. Kimlik tartışmalarının geçmişle hesaplaşma süreçleriyle paralel ilerlediği ülkelerden biri de, asimilasyon siyasetini özellikle çocuklar üzerinde acımasızca uygulayan Avustralya’dır.
Avustralya 18. yüzyılın sonuna doğru Britanya tarafından sömürgeleştirildi. Bu tarihten itibaren yerli nüfusun sayısı hızla azaldı. Sömürgeci egemen yapı, yerlilerin nüfusunu seyreltmede emsalsiz bir yöntemi uygulamaya geçirdi: Entegrasyon söyleminden gıdasını alan asimilasyon siyaseti uyarınca çocuklar ailelerinden zorla kopartıldı. Yerli çocuklar ailelerinden alınıp çalışmaya koşuldu. Sömürgeciliğin başlangıç dönemlerinde çocukların ailelerinden alınması sistematik olmadığı gibi kurumsal bir niteliğe de sahip değildi ama. Zamanla çocukların zorla alımı, içinde kiliselerin, misyoner yurtlarının ve hükümetin de olduğu karmaşık bir iktidar şebekesi tarafından resmî olarak icra edilmeye başlandı. Bir başka ifadeyle, söz konusu uygulama 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında kurumsal bir nitelik kazandı. Kurumsal işleyiş 1909’dan 1969’a kadar sürdü. Asimilasyon siyasetinin “nesneleri”, yani yerlilerse Aborjinler ve Torres Boğazı Adası’nda yaşayan halkın çocuklarıydı. Ailelerinden zorla alınan bu çocuklar daha sonra “Çalınmış Kuşaklar” olarak adlandırılacaklardı.
1869 yılında sömürge yönetimi tarafından Aborjinleri Himaye ve İdare Yasası (Act for “Protection and Management of Aboriginal Natives”) çıkarıldı. Aborjinleri Himaye Yasası, Aborjinlerin nerede yaşacaklarından nasıl çalışacaklarına, kimlerle hangi şartlar altında evleneceklerinden topraklarını nasıl işleyeceklerine değin neredeyse tüm toplumsal ve bireysel varoluş hâllerini düzenliyor, yerli nüfus üzerinde tam bir denetim kuruyordu. 1869’daki Yasa ile kurulan Aborjinleri Himaye Kurulu asimilasyon politikalarını idare etti. Kurul, kendisine çocukları ailelerinden mahkeme kararı olmaksızın uzaklaştırma yetkisi veren 1909 tarihli Aborjinleri Himaye Kanunu ile daha da güçlendi. Ailelerinden zorla alınan yerli çocuklar önce misyoner yurtlarında yetiştiriliyor, ardından da Avustralyalı beyaz ailelere veriliyordu.
Uygulamanın stratejik amacı, Avustralya Uluslar Topluluğu’nun kurulduğu ve Aborjinlerin nüfus sayımından ve Meclisin yasama faaliyetlerinden istisna edildiği 1901’de yürürlüğe konulan Beyaz Avustralya (White Australia) siyaseti çerçevesinde “saf kan olmayan” Aborjin ve Torres Boğazı Adaları halklarının tam asimilasyonuydu. Çocukların önce kurumlarda, 1950’den sonraysa beyaz ailelerin yanında beyazlar olarak yetiştirilmeleri hedefleniyordu. Çocukların büyüyüp serpildiklerinde emekçi yahut hizmetçi olarak çalışmaları da ayrıca hedefler arasındaydı. Bu nedenle eğitimlerine pek yatırımda bulunulmuyor; sözgelimi kız çocukları Kurul tarafından hizmetçilik öğrenmeleri için evlere yerleştiriliyordu. Birbirinden ayrılan kardeşler, anne babalarından ayrılan çocuklar bir daha birbirlerini göremediler. Gerçek ailelerini hâlâ bilmeyen yığınla insan var Avustralya’da. Kaç çocuğun ailesinden uzaklaştırıldığıysa muamma. Zira tutulan kayıtların büyük çoğunluğu kaybedilmiş ya da ortadan kaldırılmış vaziyette. Fakat her üç Aborjin çocuktan birinin bu uygulamaya maruz kaldığı tahmin ediliyor. 1869-1969 arası dönemde yaklaşık 100 bin çocuk zorla ailelerinden uzaklaştırılmış.
Avustralyalı beyaz ailelerse sömürgeci egemenlerin asimilasyon siyasetinden memnunlardı denebilir. Toplumdaki genel algı, çocukların zorla ailelerinden alınmasının özü itibariyle “doğru” bir tutum olduğu yönündeydi. Bu genel algıya göre, Aborjinler fena halde yoksul insanlardı, çocuklarına makul yaşam imkânları sunmaktan mahrumdular, bu nedenle devlet kurumlarının çocuklara el atması onların hayrınaydı. Görece iyimserlik ekseninde işleyen bu yaklaşımları ırkçı söylemlere vardıranlar da mevcuttu: Aborjinler “doğaları gereği” kötü ve yabani insanlardı, anneler de çocuklarına bakmaktan acizdi. Aborjinler medeniyete karşı, vatandaşlık kavramıyla uyumsuz ve ulusun gelişmesinin önünde bir engeldi. Kurumlara ve beyaz ailelere yerleştirilen çocukların Aborjin dilini kullanmaları yasaktı. Kökenleri kendilerinden gizleniyordu. Derilerinin rengi dahi Güney Avrupa’dan geldikleriyle izah ediliyordu. Anadillerini kullanan çocukların ağızları sabunla yıkanıyor, kendilerine ancak cezalandırılırken Aborjin olduklarını hatırlatan aşağılayıcı yakıştırmalarda bulunuluyordu.
1925’te Avustralya Aborjin İlerleme Derneği (AAPA) kuruldu. “Geniş bir alandaki topluluklar arasında resmî bağlantılar oluşturmayı amaçlayan ilk Aborjin siyasi örgütü olarak” yerli halkların gelecekteki liderleri için zemin oluşturdu. AAPA “arazi mülkiyeti hakkı, Aborjin çocukların ailelerinden alınmasının durdurulması ve Aborjinleri Koruma Kurulu’nun kaldırılması” konularında kampanyalar yürüttü. Bununla beraber Aborjin aileleri için, sömürgeci asimilasyon politikalarına karşı çıkmak ya da çocuklarını beyazlardan geri almak mümkün değildi. 1960’lara kadar yerli halkların demokratik politikalarda söz hakkı yoktu, siyasi alandan tamamen uzak tutulmuşlardı.
1938’deki Avustralya Günü’nün, yerli örgütleri tarafından Yas Günü olarak kabul edilmesi, eşitsizlik, adaletsizlik, topraksızlık ve korumacı politikalara karşı daha sonra yapılacak birçok Aborjin protestosunun ilki oldu. “Aborjinler Vatandaşlık Haklarını Talep Ediyor” manifestosu ve Abo Call gazetesi de aynı yıl yayımlandı.
1948’de, bütün Aborjinler de dahil olmak üzere, tüm Avustralyalılara “Avustralya Vatandaşlığı” verildi ancak yasal olarak devlet düzeyindeki ayrımcılık devam etti. 1949’da Aborjin halka, eyalet seçimleri için kayıtlı ya da orduda görev yapmış olmaları kaydıyla, Uluslar Topluluğu seçimlerinde oy kullanma hakkı tanındı.
1967’deki referandumda Avustralyalıların ezici bir çoğunluğu (% 91) Aborjinlerin nüfus sayımına dahil edilmesi ve federal meclisin Aborjinlerle ilgili yasa çıkartması yönündeki Anayasa değişikliğini kabul etti. Bu minvalde, Aborjin İşleri Kurulu oluşturuldu. 1971’de ilk defa senatoya bir Aborjin, Neville Bonner atandı, bir sonraki sene de Meclis’e seçildi. Temsilciler Meclisi’neyse ilk Aborjin ancak 2010’da seçilebildi. Gelgelelim demokratik mücadelenin önü bir kez açılmıştı ve Aborjinler tecrit edildikleri kamusal alanda görünmeye, seslerini egemenlere duyurmaya başlamışlardı. 1972’de Aborjinler kendi bayraklarını benimsedi, 14 Temmuz Ulusal Aborjin Günü’nde ülke çapında grevler ve yürüyüşler düzenlendi. Aynı yıl Beyaz Avustralya politikasından vazgeçildi. 1970 ve 1980’ler boyunca, Aborjin Toprak Hakları alanında, madencilik faaliyetlerinin soruşturulması, mülksüzleştirme ve yerinden etme hakkında raporlar, mal mülk iadesi ve vergi iadeleri şeklinde tazminat ödemeleri de dahil olmak üzere bazı ilerlemeler kaydedildi. 1988’deki Avustralya Günü’nde, onbinlerce insanın yürümesi Aborjinlerle ilgili meselelere karşı yükselen farkındalığın göstergesiydi.
1990’lar demokrasinin derinleştirilmesinde olumlu manada bir kırılma dönemi oldu. 1987’de kurulan Gözaltında Aborjin Ölümleri Hakkında Kraliyet Komisyonu, 1991’de Uluslar Topluluğu hükümetine 339 tavsiye içeren kapsamlı raporunu sundu. Komisyon yerli sorununu kamusal öncelik olarak tanımladı ve hükümete barışma süreci tavsiyesinde bulundu. Bu tavsiye etkili oldu. 1991’de Aborjinlerle ilgili Yüzleşme Konseyi on yıllığına kuruldu ve İşçi Partisi hükümeti resmî olarak barışma (reconciliation) sürecini başlattı. 1992’de Avustralya Başbakanı Paul Keating bir ilki gerçekleştirdi ve Redfern Parkı’ndaki konuşmada yerlilere karşı işlenen suçları dillendirildi. Toplumsal algılar barış görüşmeleri sayesinde hızla değişiyor, konuşulmayanlar üzerine konuşma sayesinde buzlar eriyordu. Ne var ki, yerlilerle anlaşma görüşmeleri 1998’deki Britanya yerleşiminin 200. yıldönümü kutlamalarına doğru sekteye uğradı. Bu arada, özür karşıtı tutumuyla bilinen John Howard 1996 seçimlerinin ardından Başbakan oldu. Aborjinlerin gördüğü kötü muameleyi tanımlarken Avustralya tarihinin “en lekeli bölümü” ifadesini kullanan Howard, 2007’de sona eren başbakanlık döneminin ardından da özre karşı tutumunu sürdürdü. Yerli liderlerin egemenlikten pay alma, kendi kaderini tayin hakkı, özyönetim ve örfi hukuk alanlarındaki talepleri parlamento açısından karşılanamaz kabul edildi. 1998’de federal hükümet, geçmişte Aborjinlere yapılan haksızlıklar için “derin ve samimi bir pişmanlık” ifadesi içeren deklarasyonu kabul etti. Başbakan Howard’ın önerdiği “pişmanlık” ifadesini kullanarak Parlamento, geçmiş eylemleri için herhangi bir sorumluluk almayı reddediyordu.
1995’te kurulan İnsan Hakları ve Fırsat Eşitliği Komisyonu, çocukların ailelerinden zorla alınmaları konusunu ciddi bir şekilde araştırıp 1997’de Aborjin Çocukların Ailelerinden Ayrılması Hakkında Ulusal Araştırma Raporu’nu yayınladı. Raporun adı Onları Eve Getirmek (Bringing Them Home) idi. Rapor 1970’lere kadar devam eden sömürgeci siyaseti ayrıntılarıyla ele aldı. Konuyu kültürel soykırım, resmî özür ve tazminat açısından inceledi. Komisyon’un resmî özür talebi kısmen karşılık buldu. Eyalet parlamentoları, kiliseler ve polis özür diledi. Fakat muhafazakâr federal hükümet özür dilemeyi reddetti. Hükümet refah devleti politikalarına göndermede bulunarak pratikte barışın yaşandığını ileri sürdü. Buna göre özür gereksizdi.
Onları Eve Getirmek raporu, çocukları ailelerinden uzaklaştırma siyasetinin çocuklar ve aileler üzerindeki etkilerini sosyolojik ve psikolojik boyutlarıyla ortaya koydu. Çocukların yerleştirildikleri kurumlarda cinsel istismar da dâhil olmak üzere, acımasız uygulamalara maruz kaldıkları tespit edildi. Raporun hazırlanmasında doğrudan tanıklıklara başvuruldu. Rapordaki tanıklıklar çocukların köle gibi alınıp satıldığını, bakım işlerinde çalışmaları için taşraya gönderildiklerini, annelerin çocuklarını korumak için ormanlık bölgelere kaçtığını saptadı. Rapor ayrıca asimilasyon siyasetinin ardında ırkçı yaklaşımların olduğunu, amacının da Aborjin halkını toptan ortadan kaldırmak, yani soykırım olduğunu öne sürdü.
Uzaklaştırma siyasetinin tahrip edici etkileri uygulama sonlandırıldıktan sonra da devam etmişti. Raporda faydalanılan bir incelemeye göre, uzaklaştırılan çocuklar Aborjin kimliğini yaşamlarında çok sonraları keşfediyor, güvene dayalı toplumsal ilişkileri zorlanarak kuruyorlardı. Pek çok mağdur beyaz mı yoksa siyah mı olduğunu tam olarak bilmiyordu. “Normal” ailelerin çocuklarıyla mukayese edildiklerinde epey dezavantajlı bir konumdaydılar: Üniversiteye girme, istikrarlı yaşam koşullarına sahip olma, çalışma kalitesi oranları düşük, coğrafi hareketlilik, uyuşturucu kullanma, polis tarafından tutuklanma ve cezaevine kapatılma oranları yüksekti.
Rapor birçok açıdan Aborjin hakları konusunda önemli tespitlerde bulunmuştu. Fakat hükümet, raporun tavsiyelerini hemen yerine getirmedi. Aborjin hakları mücadelesi 2000’li yıllara kadar devam etti. 1997’de binlerce insan -başta ailelerinden zorla alınan Aborjin çocuklar olmak üzere- yerlilere karşı gerçekleştirilen hak ihlallerine işaret etmek için parlamento binası önünde toplandı. Demokratik gösteri esnasında ellerine taktıkları büyük plastik elleri hep birlikte havaya kaldırdılar. Bu sembolik özür hareketi, Vietnam Savaşı karşıtı gösterilerden bu yana yapılmış en önemli sivil hareketlerden biriydi. Fakat özür hareketi, kendilerinin işlemediği suçlardan ötürü sorumlu tutulduklarını söyleyen bazı Avustralyalıların tepkilerine yol açmıştı. Bu itirazın temel noktası, bireylerin sorumluluğu belirsiz kolektif suçlardan korunmasıydı. Tepkilere rağmen yerlilerin siyasi makamlardan beklediği özür talebi, demokratik mücadelenin asli hedefi olarak çeşitli vesilelerle dile getiriliyordu.
Aborjinler kamusal tartışmalar devam ederken, Ulusal Çalınmış Kuşaklar Çalışma Grubu adlı bir grup kurdu. Aborjin olmayanlar da Ulusal Özür Günü Komitesi oluşturmaya davet edildi. Avustralya’nın hemen her yerinde örgütlenen eyalet komiteleri ve destek grupları, özür talebi merkezinde türlü etkinlikler düzenliyorlardı. 1998 Avustralya Günü’nde Yerli Tapu İçin Avustralyalılar (Australians for Native Title), Özür Kitabı kampanyası başlattı. Bu kampanya yüz binlerce Avustralyalıya özür dileme olanağı yarattı. 26 Mayıs 1998’de ilk Özür Günü gerçekleştirildi. 26 Mayıs 1999’da “Çalınmış Kuşaklar”dan hayatta kalanlarla alakalı olarak İyileştirme Yolculuğu (Journey of Healing) başlatıldı. Bu inisiyatifte Aborjinler, Torres Boğazı Adaları halkı ve yerli olmayan Avustralyalılar bir araya geldi. Ulusal Özür Günü Komitesi, kuruluşunu takip eden on yıl boyunca Onları Eve Getirmek raporundaki elli dört tavsiyenin uygulanması ve raporda tespit edilen adaletsizlik ve travmaların giderilmesi için çaba sarf etti. 2000 yılında Sydney Limanı Köprüsü üzerinden yapılan Uzlaşma İçin Halk Yürüyüşü’ne 300.000’den fazla insan katılırken, Başbakan Howard bu yürüyüşte yer almayı reddetti.
Çeşitli sivil toplum kuruluşlarının çalışmaları siyasal iktidar üzerinde etkide bulunuyor, hakikatlerle yüzleşme hususunda demokratik bir baskı uyguluyordu. Siyasal iktidarı geçmişte olup bitenlere dair söz söylemeye zorlayan, yapılanlardan ötürü özür dilemesi gerektiğini öne süren başlıca odak sivil toplum kuruluşlarından başkası değildi. Sivil toplum kuruluşlarının çalışmaları hem siyasal iktidar üzerinde hem de toplumsal hayatta karşılığını buluyor, giderek söylem alanı genişliyordu.
Ne var ki, genişleyen toplumsal desteğin karşısında işleyen özür karşıtı hareketler ve söylemler de vardı. Muhafazakâr Başbakan John Howard özür karşıtı hareketin sözcülüğünü yapıyordu:
[Çalınmış Kuşaklar siyasetinden ötürü] Avustralyalılara kişisel olarak sorumlu olduklarını ve bu olaylar hakkında utanç duymaları gerektiğini söylemek onlara akıldışı bir ceza ve adaletsizlik uygulamaktı.
Başbakan Howard, kolektif sorumluluk kavramını reddeden liberal bir hukuk anlayışına yaslanıyor; özrün ancak tekil eylemler ve bu eylemlere neden olan bireyler için geçerli olabileceğini savunuyordu. Soykırım iddiasını da yine liberal hukuk anlayışına yaslanarak savuşturuyordu. Buna göre, özür eylemden sorumlu olandan beklenebilirdi. Howard liberal hukuk teorisi doğrultusunda özür adaletini tersyüz etmişti esasında. Adaleti faili olmadıkları bir eylemle suçlandıkları için kurban konumuna getirilen beyaz Avustralyalılara bahşediyordu. Bu yaklaşıma göre, doğal olarak soykırım iddiasını ve özür talebini dile getirerek adaletsizlikte bulunanlar Aborjinler ve onların iddialarını destekleyenlerdi.
Howard suçu her ne kadar tekil eylemlere indirgese de, Onları Eve Getirmek raporu suçun ulusal kültür içinde gerçekleştirildiğini, dolayısıyla toplumsal bir zemine sahip olduğunu ortaya koyuyordu. Nitekim çocukları zorla ailelerinden alma pratikleri tarihsel, toplumsal, hukuksal ve kültürel bir zeminde gerçekleşmişti. Öte yandan, Aborjinlere yönelik inkâr ve asimilasyon siyaseti, meşruiyetini “medeniyet karşıtı ve barbar yerlilere” karşı kuran Avustralya kimliği açısından tezat teşkil ediyordu. Kuşkusuz Aborjinlere yönelik suç ve adaletsizliğin kaynağında, suçları işleyenlerin bu suçları haklı eylemler olarak görmesini sağlayan ırkçı kültür vardı.
Avustralya’daki ırkçı hiyerarşinin nesnesi Aborjinler, öznesi de beyazlardı. Liberal hukuk teorisinin fiile sebebiyet veren ve buna niyet eden fail modeli bu karmaşık toplumsal olayı açıklamada yetersizdi. Özre ilişkin tartışmalar ister istemez Avustralya tarihi üzerine tartışmalara neden olmak durumundaydı. Siyasal iktidar açısından istenmeyen tartışmalardı bunlar da. Avustralya toplumundaki ırkçılığın anlaşılmasında, Aborjinlere karşı işlenen adaletsizliğin sadece bireysel değil, kolektif bir boyut taşıdığının iddia edilmesi önemli bir noktaya işaret ediyordu. Özür hareketlerine göre, adaletsizliğin kaynağı ne sadece bireylerin düşüncelerinde ne de sadece kurumsal yapılardaydı. Daha ziyade ikisi arasındaki etkileşimi sağlayan siyasi kültürdeydi. Israrla kolektif sorumluluğa işaret edilmesi de bu yüzdendi.
Özür talebi Onları Eve Getirmek raporu tarafından tavsiye edilen siyasi girişimlerden biriydi. Tarih, kimlik ve haklar konusunda toplumsal ve siyasi mesajlar içeren özür eylemi, özür dileyen tarafın diğer tarafın aşağılanması ve dışlanması konusunda sorumluluk alması, aynı zamanda bu tarafı tanıması ve saygınlığını onaylaması anlamında önemli bir müdahale olacaktı. Howard’ın anladığı özür kavramı geçmişe dönük bir cezalandırmayken, raporun tavsiye ettiği özürse geleceğe yönelik bir barışma anlamına geliyordu. Özür bir ceza değil, eşitliğe ve geleceğe yönelik normatif taahhütlere dair bir söz niteliğindeydi. Ulusal Komisyon’a başkanlık eden Aborjin Michael Dodson özrün içeriğini şöyle ifade ediyordu:
“[Özür] sadece bizim ulusal gururumuzla ilgili değil, çocuklarımıza ve torunlarımıza bırakmak istediğimiz mirasla da ilgili. Ellerimize yerleştirilen gerçeği inkâr eden Avustralyalı bir kuşak olarak mı tarihe geçeceğiz? Geçmişimizin hatalarıyla yüzleşip onları düzeltmeyi becerememiş bir kuşak olarak mı tarihe geçeceğiz? Yerli Avustralyalıların devam eden mülksüzleştirilmesine ortak olan bir kuşak olarak mı bilineceğiz? Yoksa ulusumuzun yeni yüzyılına dürüstçe, tarihimizin bizi utançla dolduran parçalarının utancını kabullenerek girmekte ısrar etmiş bir kuşak mı olacağız? Ve cesaret – biz cesaret, onur ve olgunluk ve her şeyden önce haysiyetle mi ilerleyeceğiz?”
2001 yılına gelindiğinde Avustralya’daki bütün eyalet ve toprak yönetimleri “Çalınmış Kuşaklar” için özür metinleri yayınladı. Federal hükümetse, Başbakan John Howard’ın direnmesi nedeniyle özür dilemedi. Genel seçimler yaklaşıyordu ve Howard’ın siyasal rakibi Kevin Rudd, seçim vaatleri arasında resmî özre de değiniyordu artık. Muhafazakâr hükümetin, çocuk cinsel istismarı, şiddet, alkol, uyuşturucu ve intihar gibi konulardaki tartışmalardan hareketle Kuzey Toprakları’nda yaşayan yerlilere müdahalede bulunması Kevin Rudd’ın seçim konuşmalarının tonunu etkiliyordu. Bununla birlikte özür vaadinin dillendirilmesinde özür kampanyası da önemli bir etkendi. Kevin Rudd seçimlerden zaferle ayrıldı ve Şubat 2008’de devlet ve hükümet adına Aborjinler ve Torres Boğazı Adaları halkından resmen özür diledi. Konuşmanın temel amacı geçmişin ırkçı, sömürgeci, yerleşimci politikalarına bir nokta koyarak yerli ve yerli olmayanları kapsayan yeni bir gelecek tasavvuruna ulaşmaktı. Konuşma, soykırım ve tazminat konularına değinmediği ve “tek ulus” vurgusuna yaslandığı için eleştirilse de genel olarak son derece olumlu karşılandı.
Yararlanılan kaynaklar
A. Dirk Moses, “Official Apologies, Reconciliation, and Settler Colonialism: Australian Indigenous Alterity and Political Agency”, Citizenship Studies, 15:02, 145-159, 2011.
Danielle Celermajer, “The Apology in Australia: Re-covenanting the National Imaginary”, Taking Wrongs Seriously: Apologies and Reconciliation içinde, Elazar Barkan ve Alexander Karn (der.), Stanford: Stanford University Press, 2006.
David Miller, “Holding Nations Responsible”, Ethics, 114 (January): 240-268, 2004.
Sarah Maddison, “Postcolonial Guilt and National Identity: Historical Injustice and the Australian Settler State”, Social Identities: Journal for the Study of Race, Nation and Culture, 18(6): 695-709, 2012.
Bulgaristan Parlamentosu’nun “Uyanış Süreci” için Türklerden özrü
11 Ocak 2012
Toplumsal hayatın siyasal örgütlenmesinde homojenliği -tekliği- esas alan ulus-devlet yapılanması, hukuken baş edilmesi zor pek çok sorunun oluşmasına neden olmuştur. Özellikle etnik kodlarla şekillendirilmiş çoğunluk ve azınlık kavrayışları, siyasal iktidar ilişkilerinde kendine özgü dışlama ve içerme mekanizmaları yaratmış, bu mekanizmaların mağdurları olarak azınlıklar -“ötekiler”- egemen etnik unsurun yaptırımlarına maruz kalmışlardır. Modernite deneyiminin evrenselliği ölçüsünde bu mağduriyetler de evrensel bir hâl almıştır. Söz konusu mağduriyetlerden biri de Bulgaristan’da gerçekleşmiştir. Bulgaristan’daki Türk ve Müslüman azınlıklar sorunu, 1878’de imzalanan Berlin Antlaşması sonucunda, Bulgaristan Prensliği’nin kurulmasıyla başlamıştır. Bu tarihten sonra neredeyse nüfusun yarısını oluşturan Türk ve Müslüman azınlıkların genel nüfus içindeki oranı zamanla azaldı. Bu nüfus azalmasında eşanlı olarak hem bölgedeki savaşlar hem de Bulgaristan’daki asimilasyon ve göçe dayalı azınlık siyasetleri etkili oldu. 2011’deki son nüfus sayımına göre, Bulgaristan’da hâlâ 747.000 kadar Türk yaşıyor, 7.364.570’lik toplam nüfusun yüzde 9,4’ü.
Bulgaristan’da Erken Dönem Azınlık Hakları
Bulgaristan 1908’de bağımsızlığını ilan etti. Osmanlı Devleti 1909’da yeni Bulgaristan’ı resmen tanıdı. İki devlet arasında İstanbul Protokolü imzalandı. Bu protokol uyarınca Bulgaristan’daki Müslüman Türk azınlığın hakları düzenlenip teminat altına alındı. Mahut haklar Balkan Savaşları sonrasındaki 1913 İstanbul Barış Antlaşması ve Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki 1919 Neuilly-Sur Seine Antlaşmaları ile genişletildi. 1919’daki seçimleri Stambuliski liderliğindeki Çiftçi Partisi’nin kazanması, çoğunluğu çiftçi olan Müslüman Türk azınlığa yönelik olumlu politikaların oluşmasına vesile oldu: 1921’deki Eğitim Yasası’yla Türk okullarının emlak sahibi olabilmesi, okul fonu oluşturabilmesi ve okullara bütçeden adil pay verilmesi kabul edildi. 1918’de Devlet Türk Öğretmen Okulu, 1922-1923’te ise müftü adayı ve öğretmen yetiştiren bir yüksek okul olan Nüvvab Okulu kuruldu. 1906’da kurulan Türk Öğretmenler Birliği bu yıllarda şube sayısını artırdı. Aynı yıllarda spor kulüpleri kurulmaya başlandı. Kısacası azınlıklar kendilerini özellikle eğitim alanında idare edebiliyor, fiilî varlıkları herhangi bir tehdide uğramıyordu. Gelgelelim hakların genişletilip garanti altına alındığı, azınlıklar açısından görece ferah olan bu dönemler, siyasal iktidardaki değişimlerin etkisiyle yeni ve başka süreçlere yerini bıraktı.
Azınlık Haklarında İstikrarsızlaşma Evresi
1923’te Stambuliski Hükümeti’nin devrilmesi azınlıklar için zorlu bir sürecin başlangıcı oldu. Hâlihazırdaki demokratik hakların hükümsüzleşeceği bir döneme girildi. 1923’ten itibaren Türk okulları kapatılıp devlet okullarına dönüştürüldü. Azınlık vakıfları kapatılan okulların varlığını devam ettirebilmekte yetersizdi zira hükümet bu alanda ağır vergiler ihdas etmişti. 1937’de Türk çocuklarına -resmî Bulgar okullarına devam ediyor olsalar bile- Türk okulları için vergi ödeme zorunluluğu getirildi. Öğrencilerin çoğu bu vergiler nedeniyle eğitimden mahrum kaldı. Mevcut hakların daraltılmasının azınlıklarda tepki yaratmaması beklenemezdi. Giderek artan baskılar karşısında azınlık statüsüne sahip Müslüman Türkler, 1929’da ilk Milli Kongre’lerini gerçekleştirdiler. Bu esnada ayrımcı politikalar ardı arkası kesilmeden devam ediyordu. Azınlık üyeleri belirli mesleklerden men ediliyor, az sayıda üniversite ve lise mezunu öğrenci Türkiye’ye göç etmek zorunda kalıyordu. 1933’te Türk Öğretmenler Birliği; 1934’te ise Türk Spor Birliği’nin devamı niteliğindeki Turan Cemiyeti kapatıldı. Milli Kongre’yi düzenleyenler ve katılımcılar ağır baskılara maruz kalıyorlardı. Mayıs 1934’te gerçekleşen darbe, azınlıklar üzerindeki baskıların daha da artmasına neden oldu. 1934-1944 arasında Türk okullarının çoğu kapatıldı. Türkler Bulgar okullarında eğitime zorlandı. Müftülüklerin ve cemaatlerin idare heyetleri hükümete tabi kılındı. Türkçe yayın faaliyetleri yasaklanarak Türk aydınlar sürgüne yollandı. Vakıflarsa darbeci hükümetin denetimine girdi.
“Yumuşak Asimilasyona” Doğru
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Bulgaristan Komünist Partisi’nin (BKP) en güçlü bileşen olduğu ve sosyal demokratlar, liberaller, çiftçiler ve bağımsızlardan oluşan Vatan Cephesi iktidara geldi ve 1946’da cumhuriyet ilan edildi. 1947’de Sovyet modeline dayanan anayasa kabul edildi. 1947-71 arasında Bulgaristan’da yaşayan ulusal azınlıkların kendi dillerinde eğitim görme ve kendi ulusal kültürlerini geliştirmeleri anayasada bir hak olarak tanındı. Vatan Cephesi bünyesinde Türk Azınlığı Komisyonu oluşturuldu. Komisyon Işık adında Türkçe bir gazete yayınlamaya başladı. Eğitim başta olmak üzere, her ne kadar anayasada azınlıklara yönelik kimi haklar tanımlanıp teminat altına alınmışsa da, siyasal ilişkilerdeki değişimin tazyiki ile kısa zamanda siyaseten “yumuşak asimilasyon” adı verilen yeni bir döneme girildi.
“Yumuşak asimilasyon” siyaseti kapsamında, 12 Ağustos 1950’de çıkarılan bir talimatla çeyrek milyon Türk’e üç ay içinde Türkiye’ye yerleşmeleri emredildi. Türkiye 8 Kasım 1951’de sınırlarını kapattığında 140 bin mülteci Türkiye’ye girmişti bile. Bulgar hükümeti, kararını yasal olarak Türkiye ve Bulgaristan arasında imzalanan 1925 Ankara Antlaşması’na dayandırmıştı. Kararda sınırdışı edilen insanların Türkçe konuşması, Türk âdetlerine sahip olması ve dolayısıyla Bulgar değil, Türk olmaları gerekçe olarak öne sürülmüştü. 1925 Antlaşması gönüllü olarak göç etmek isteyen Türk ve Bulgar azınlıkların nüfus mübadelesini düzene bağlamıştı. 1944’te iktidara gelen Komünist Partisi Türklerin göçünü engellemeye çalışmış ancak gerek din politikaları gerekse toprak kolektivizasyonu gibi politikalarıyla özellikle Dobruca civarında toprak sahibi Türk azınlıkla ters düşmüştü. Böylece 1950’den itibaren Bulgar hükümeti tekrar Türklerin göç etmesini teşvik etmeye başladı. Burada şu durumun da altını çizmek gerekiyor: 1950’ler boyunca Bulgaristan’da Türk olmayan Müslümanlar da asimilasyon siyasetine maruz kalıyorlardı. Sözgelimi 1948-1952 arasında Pomakların, 1953-1954 arasında ise Romanların isimleri Bulgarca isimlere dönüştürülmüş; 1956’da Makedon azınlık Bulgar olarak tanımlanmıştı.
1958’de Komünist Partisi politbürosu Türklere ilişkin politikada bir değişiklik yaptı. 1958’e kadar Türkler Türkçe eğitim veren okullara gidebiliyor, Türkçe yayın yapabiliyordu. Bu yıldan itibaren Türk okullarıyla Bulgar okullarının birleştirilmesi ve Türkçe ders saatlerinin azaltılması uygulamasına geçildi. 1974’e gelindiğinde Türkçe eğitim tamamen kaldırıldı. Öte yandan, 1962’de Romanlar, Pomaklar ve Tatarlara yönelik yeni bir asimilasyon dalgası başlatılmış ancak Pomaklardan gelen tepkiler üzerine isim değiştirme faaliyetleri 1964’te bir süreliğine durdurulmuştu; ne var ki, 1970-1974 arasında tekrar gündeme geldi. Tüm bu baskılardan ötürü 1968’deki Yakın Akraba Göçü Antlaşması uyarınca 1969-1978 arasında 130.000 kadar azınlık üyesi göç etti.
“Yumuşak Asimilasyon”dan “Sert Asimilasyon”a
1954’te iktidara Todor Jivkov geçti. Jivkov 1971 yılında 1947 Anayasası’nı değiştirdi. Yeni anayasada Bulgar kökenli olmayan vatandaşlara anadillerini öğrenme hakkı tanındı. Lakin azınlık kavramı anayasa metninde yer almadı. 1968’e doğru Türkiye ve Bulgaristan arasındaki ilişkiler nispeten yumuşamış olmasına rağmen Türk azınlığın kültürel hakları kısıtlanmaya devam ediyordu. Aralık 1984 ve Kasım 1989 tarihleri arasında Türk azınlığa yönelik “sert asimilasyon” olarak adlandırılan bir politika şekillendirildi. “Yeniden doğuş süreci” olarak da adlandırılan bu uygulama, Türk azınlığa, deyim yerindeyse hayat alanı tanımıyordu: Bütün Türk isimleri Bulgar isimleriyle değiştirildi. Kamuya açık alanlarda, işyerlerinde ve okullarda Türkçe konuşmak yasaklandı. Türkçe tiyatrolar kapatıldı. Bulgar radyosunun Türkçe yayını durduruldu. Türk radyolarının dinlenmesi yasaklandı ve Türkçe kitaplar toplatıldı. Türkçe yer isimleri değiştirildi. Türk âdetlerine göre düğünler ve kutlamalar, halk oyunları oynanması ve Türkçe şarkı söylenmesi yasaklandı ve Türklerin Türkiye’deki yakınlarıyla haberleşmeleri engellendi. Kimi çocuklar ailelerinden alınarak yatılı okullara yollandı.
Yasaklara uymayı reddedenler birer birer tutuklanıyor, hapis cezalarına çarptırılıyor yahut Belene Kampı başta olmak üzere Bulgaristan’daki toplama kamplarına gönderiliyorlardı. 1985’te Belene Kampı’na 1000 kadar Türk azınlık kapatılmıştı. Tutuklular hiçbir yargılama yapılmadan kapatılmışlardı. Tutuklular bir mühlet sonra ülke içindeki başka bir yere sürgüne gönderiliyor yahut madenlerde çalışmaya koşuluyor ya da yargılanarak hapse atılıyorlardı. Öte yandan, bütün bu uygulamalara paralel ideolojik çalışmalar da sürdürülüyordu. 1970’lerde Türklerin “safkan Bulgar” olduklarına yönelik “bilimsel” araştırmalar yapılıyordu.
Türk azınlığın din özgürlüğüne yönelik baskılar da sert asimilasyon döneminde yoğunlaşmıştı. Birçok cami ve ibadethane kapatılıp müze veya ambara dönüştürüldü. Kimi camiler yıkıldı. Dışarıdan duyulabilecek şekilde ezan okunması yasaklandı, Kur’an kursları kapatıldı. Ramazan ve Kurban bayramlarında namaz kılınması, sünnet olunması ve oruç tutulması da yasaklar arasındaydı. Sünnet çağındaki çocuklar resmî makamlar tarafından düzenli olarak kontrol ediliyor; çocuklarını sünnet ettirenler hakkında hapis veya para cezaları veriliyordu. 1986’daki yeni bir düzenlemeyle sünnet edilen çocuğun anne ve büyükannelerine 5 yıla kadar varan hapis cezası verileceği açıklandı. Geleneksel giysiler ve dinî nikâhın yanında cenazelerin İslâmi usullere göre gömülmeleri de yasaklandı. BKP görevlileri cenazelere katılıp bu kuralların uygulanıp uygulanmadığını denetliyorlardı. Türk mezarları tahrip ediliyor, bazen tamamen ortadan kaldırılıyordu zira Türklerin ortak mezarlara gömülmesi arzulanıyordu.
Baskılara Karşı Tepkilerin Yükselmesi
Bulgar hükümetinin “sert asimilasyon” siyasetine karşı Türk azınlık eylemler yapmaya ve örgütlenmeye başladı. Çeşitli saiklerle sokak gösterileri düzenleniyor, hükümet protesto ediliyordu. 1984’te Kırcali’deki kadın ve çocukların isimlerinin zorla değiştirilmesine karşı çıkan bir eylem düzenlendi. Ne var ki, protesto eylemi şiddetle bastırıldı, kitleye ateş açıldı. Aralarında 18 aylık bir bebeğin de olduğu 3 Türk öldürüldü, 40 kişi yaralandı. Özellikle bu hadise Türklerdeki tepkinin büyümesine neden oldu.
1985’te Varna’da Ahmet Doğan’ın liderliğinde gizli bir teşkilat olarak Türk Milli Kurtuluş Hareketi (BTMKH) kuruldu. Bu hareket daha sonra yasal olarak örgütlenecek olan Haklar ve Özgürlükler Hareketi’nin (HÖH) temelini oluşturacaktı. Kurtuluş Hareketi şiddet dışı yöntemleri benimsemişti. Programında silahsız savaşı ve pasif direnişi esas aldığını açıklıyordu. Kurtuluş Hareketi pasif direniş esprisi uyarınca: azınlık üyelerini devlet işlerini engelleme, resmî evrakları imzalamama, kişisel ihtiyaçların karşılanması ötesinde çalışmama, gerekenden fazla et ve süt üretmeme, kalitesiz ürün üretme, Bulgar yayınlarına abone olmama, BKP etkinliklerine katılmama, parlamento seçimlerinde oy kullanmama yahut geçersiz oy kullanmaya çağırıyordu. BTMKH’nin yanı sıra, Bulgaristan Bağımsız İnsan Hakları Derneği, İnsan Haklarının Savunulması Demokratik Birliği ve 1989 Viyana Destek Derneği gibi örgütler de Türk azınlığın talepleri doğrultusunda çalışmalar sürdürüyordu. Protesto gösterileri her ne kadar pasif direniş siyaseti izlese de, hükümet bu eylemleri şiddetle bastırmaktan geri kalmıyordu. Düzenlenen eylem ve kampanyalarda 140 kadar Türk gösterici hayatını kaybetti.
Ölümlere, yaralanmalara, hapis ve sürgün cezalarına rağmen Kurtuluş Hareketi’nin pasif direnişi sürüyordu. Mayıs 1989’da yine bir pasif direniş tarzı olan açlık grevleri gündeme geldi. Başta Belene Kampı’ndaki tutsaklar olmak üzere ülkenin birçok yerinde Türkler açlık grevine başladılar. Gorbaçov’un başlattığı açıklık politikası Jivkov yönetimini zorda bırakmıştı. Açıklık politikasının da basıncıyla açlık grevleri etkisini gösterdi. Kaybedilmiş haklar geri alınmaya başlandı: Türklerin kurucu olduğu insan hakları örgütleri kuruldu, Türkçe radyo yayınına ve yurtdışıyla telefon bağlantısına izin verildi. Mayıs ayındaki barışçı gösterilerde çok sayıda insanın yaralanması ve ölmesi üzerine, Jivkov isteyen Türklerin Bulgaristan’ı terk edebileceğini söyleyerek Türkiye’den sınırını açmasını istedi. Bunun üzerine İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’daki en büyük zorunlu göç hareketi gerçekleşti ve 350.000 kişi Türkiye’ye göç etti.
Eski Rejimden Yeni Rejime Geçiş: Pasif Direnişten Parlamenter Siyasete
10 Kasım 1989’da hem SSCB’den hem de parti içinden gelen baskılar sonucunda Jivkov, ülke yönetimini bırakmak zorunda kaldı. Jivkov’un yerine gelen Mladenov, yumuşak ve sert asimilasyon siyasetlerinin ikisine birden son verdi. Hapisteki Türkleri serbest bıraktı, göç edenlere geri dönme hakkı tanıdı. Göç edenlerin yarıya yakını koşulların iyileşmesiyle Bulgaristan’a geri döndü. Jivkov sonrası dönemde çeşitli siyasi liderler isim değiştirme politikasının esasında hata olduğunu ve Bulgaristan’da herkesin ismini, dinini ve dilini özgürce seçme hakkına sahip olduğunu belirttiler. Geçiş döneminin normalleşme yönündeki siyasetine karşı, Bulgar milliyetçileri eylemler düzenliyorlardı. Aralık 1989 ve Ocak 1990’da kitlesel katılımın yüksek olduğu gösteriler gerçekleştirildi.
Çok partili hayata geçilmesiyle birlikte Türklerin yasal siyasete girebilmelerinin önü açıldı. Mart 1990’da Kurtuluş Hareketi HÖH’e dönüştü ve Nisan ayında siyasi parti olarak tescil edildi. Kısa sürede güçlenen HÖH, Kurucu Meclis seçimlerinde 23 sandalyeyle üçüncü büyük siyasi parti haline geldi. Parlamenter siyaset tarzı, Bulgar milliyetçilerinin reaksiyonlarından ötürü, sorunsuz işlemiyordu. Partiyi hedef alan terör eylemleri gerçekleştiriliyordu. Terör eylemlerinin yanı sıra, bazı parlamenterler imza topluyor ve partinin kapatılması için Anayasa Mahkemesi’ne başvuru yapıyorlardı. Tüm bunlara rağmen 2001’de önemli bir seçim başarısı yakalayan HÖH, koalisyon ortağı olarak hükümete girdi.
Geçiş sürecinin damgasını vurduğu 1990’ların harareti 2000’lerin başında nihayete eriyordu. Bulgaristan uluslararası örgütlere ve özellikle Avrupa mimarisine entegre olma yoluna gitti. Bulgaristan’ın demokratikleşmesinin önemli bir işareti olarak HÖH, Avrupa’yla entegrasyona katkı sunuyordu. Bulgaristan 1992’de Avrupa Konseyi’ne (AK) ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne taraf oldu. 1995’te Avrupa Birliği’ne (AB) adaylık başvurusu yaptı ve 1997’de adaylığa kabul edildi. 1998’de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yargı yetkisini tanıdı. 1999’da AK bünyesindeki Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme’yi onayladı. Bulgaristan 2004’te NATO’ya üye oldu ve 2005’te AB’yle Katılım Antlaşması’nı imzaladı. Gerek AK ve AB üyeliklerinde gerekse Türkiye’yle ilişkilerin düzeltilmesi çabasında, Bulgaristan’ın Türk azınlığa ilişkin politikalarını iyileştirmesi önemli bir rol oynadı. AB, Türk azınlığa ilişkin olarak Bulgaristan’ı takibe almıştı, bu takibin de demokratikleşmede yabana atılmayacak bir etkisi oldu.
2005 seçimlerinde HÖH, koalisyonda kalmayı yine başardı. Ancak Türk ve Romanlara karşı nefret söylemiyle dikkat çeken ırkçı Ataka İttifakı da 2005’te kayda değer bir seçim başarısı kazanmış etkili bir gruptu. Ataka İttifakı isimlerin yeniden Bulgarcaya dönüştürülmesini istiyor, Türkçe yayın faaliyetlerinin durdurulmasını dillendiriyordu. Buna mukabil, HÖH azınlık haklarını gözeten aktif bir politika izliyor; bölünme ve ayrılmadan ziyade ısrarla Bulgaristan’ın siyasi birliğine vurgu yapıyordu. Siyaseten milliyetçiliği değil, demokratik eşitlikçiliği savunuyordu. Zamanla bünyesindeki radikalleri de tasfiye etmeyi başarmıştı üstelik. Ataka İttifakı’nın engellemelerine rağmen HÖH mücadelesinden geri adım atmıyordu: Türkçe isimlerin geri alınması, müfredata seçmeli Türkçe derslerin konulması, imam-hatip liselerinin açılması, Sofya ve Şumnu üniversitelerinde Türk Dili Bölümlerinin açılması, Türkçe gazete ve dergilerin yayınlanması, radyo ve televizyonlarda Türkçe yayınlara izin verilmesi ve Türk kültür dernekleri ve tiyatrolarının açılması, BKP döneminde el konulan özel mülklerin iadesi gibi kazanımları elde etti.
Türklerin kazanımları Bulgar milliyetçilerinde kimi tepkilere neden oldu. Giyim kuşamdan çeşitli âdetlere kadar Türklerin kültür ve kimlikleri çağdaşlığa aykırı, Osmanlı devrinden miras Ortaçağ kalıntıları olarak değerlendiriliyordu. Türklerin Bulgaristan’da hızla çoğaldığı, böyle giderse özerklik talebinde bulunacakları kaygısı milliyetçi reaksiyonların duygusal temelini oluşturuyordu. Eğitimde Türkçe derslerin önünün açılması milliyetçileri harekete geçirmişti. 1991’deki Türkçe derslerine karşı Kırcali’de milliyetçiler açlık grevleri düzenlediler, öğrencilerin okullara girmesini engellemeye varana kadar bir dizi eylem gerçekleştirdiler. Bulgar öğrenci ve öğretmenlerin de katılımıyla milliyetçilerin öncülüğündeki boykot kampanyası genişledi. Lakin tepkilere rağmen hükümet Türkçe dersi uygulamasına devam etti.
Geçmişle Hesaplaşma Faslında İlk Adım: Özür
Jivkov sonrası dönemde Bulgaristan demokrasisi geliştikçe ve Türk azınlığın toplumsal ve siyasal etkinliği arttıkça Bulgar makamları geçmişteki uygulamalar için özür konusunu gündeme getirmeye başladılar. 1991’de “Sofya Belgesi” hazırlandı. 1992’de Türkiye ve Bulgaristan arasında Güven Antlaşması imzalandı. Bütün bunlar özrün yolunu döşeyen pratik adımlardı. Nihayet 1998’de Bulgaristan Cumhurbaşkanı Petar Stoyanov Türkiye Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den özür diledi.
Resmî olarak özür dilenmişti ama geçmişin hesabı hukuken görülmemişti. Bu süreç demokratikleşme ve insan haklarının olgunlaşması açısından hâlâ Bulgaristan’ın önünde duruyor. Geçmişi hukuka taşımamayı nasıl anlamlandırabiliriz? 1989 sonrası yeni dönemde Bulgaristan toplumu geçmişi hatırlamaya değil, unutmaya çalışıyordu. BKP’nin devamı niteliğindeki Bulgaristan Sosyalist Partisi’nin (BSP) kurumsal suçluluk hissinin altında ağır davranmasından ötürü, uzun yıllar siyasi partiler özür konusunu gündeme taşımaktan çekindiler. 2010’da Bulgaristan Parlamentosu İnsan Hakları ve Din Özgürlüğü Komitesi, BKP döneminde Türk nüfusun zorla asimile edilmesi çabasını lanetleyen bir açıklamada bulundu. Açıklama 360.000 Türk kökenli Bulgar vatandaşın etnik temizlik amacıyla yerlerinden edildiğini belirtiyor, yargıyı bu politikayı uygulayanlara karşı harekete geçmeye çağırıyordu. Ancak bu çağrı daha güncel sorunlara eğilmek gerektiğini savlayan BSP tarafında kabul görmedi. Nihayet 11 Ocak 2012’de Bulgaristan Parlamentosu’nda sağcı Güçlü Bulgaristan İçin Demokratlar Partisi’nin önerisi üzerine 115 milletvekilinden 112’sinin evet oyu verdiği bir özür deklarasyonu kabul edildi. Ne Türkiye ne de Avrupa Komisyonu’ndan herhangi bir baskı gelmeden onaylanan bu metinde, geçmişte yapılanlar Türklere karşı etnik temizlik olarak tanımlandı.
Yararlanılan kaynaklar
Ali Dayıoğlu, Toplama Kampından Meclis’e: Bulgaristan’da Türk ve Müslüman Azınlığı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2005.
Huey Louis Kostanick, “Turkish Resettlement of Refugees from Bulgaria, 1950-1953”, Middle East Journal, 9(1): 41-52, 1955.
Julian Popov, “Bulgaria, Turks and the Politics of Apology”, Al Jazeera English, 26 Ocak, 2012, .
Lilia Petkova, “The Ethnic Turks in Bulgaria: Social Integration and Impact in Bulgarian Turkish Relations, 1947-2000”, The Global Review of Ethnopolitics, 1(4): 42-59, 2002.
Svetla Dimitrova, “Bulgaria Apologises to Its Turks for ‘Revival Process’”, SE Times, (18 Ocak, 2012,
Fransa - Cezayir: Sömürgecilik ve Kirli Savaş
Hak ihlallerinin çok yoğun biçimde yaşandığı, uluslararası savaş hukukunun fütursuzca çiğnendiği 1954-62 Cezayir Savaşı, Fransa’nın sömürgecilik tarihinde önemli bir yere sahiptir. Cezayir Bağımsızlık Hareketi ve Fransa arasındaki savaş, yüz yılı aşkın bir birikimin neticesi olarak zuhur etti. Bir başka ifadeyle, savaş bir sürekliliğin tezahürüydü. Fransa 31 Ocak 1830’da korsanlığı ve Fransız konsolosuna yapılan “kötü muameleleri” bahane ederek Cezayir’i işgal etti. Öne sürülen çeşitli bahaneler bir tarafa, harekâtın amacı devrimin eşiğine gelmiş Fransız monarşisine prestij kazandırmanın yanı sıra, Britanya’nın Akdeniz’deki egemenliğine meydan okumaktı. 1830 Temmuz Devrimi rejim değişikliğine neden oldu olmasına ama Cezayir projesi yeni rejim tarafından da olduğu gibi devam ettirildi. Aralık 1840’ta Cezayir’e vali olarak atanan General Thomas Bugeaud’nun komutasındaki ordu, köylüleri kitlesel olarak tehcir etmekle mesaisine başladı. Ordunun müdahalesi yerli halkın varoluşunu sıfır noktasına çekmeyi amaçlıyordu âdeta: Kadınlara tecavüz edildi, çocuklar rehin alındı, hasat ve hayvanlar çalındı, meyve ağaçları yok edildi. Kral Louis-Philippe ve III. Napoleon Cezayir’de bu işlere imza atan komutanları terfilerle ödüllendirmekte hiçbir beis görmüyorlardı.
Cezayir, anayasal bir statüye bağlanması nedeniyle denizaşırı Fransız toprakları içinde istisnai bir yere sahipti. Ne var ki, buradaki insanların statüsü vatandaşlıktan ziyade sömürge tebasıydı. Vatandaşlık statüsü edinmek belli hükümlere, sözgelimi şeriat yasalarına bağlı olmama taahhüdüne tabiydi. Fransız sömürgeciliği Cezayir’in toplumsal ve iktisadi altyapısını çökertmiş; işsizlik ve yoksulluk yaygınlaşmıştı. Yoksullaşan Cezayirliler kitlesel olarak Fransa’ya göç etmek zorunda kaldılar. Bu göçlerin nedeni Cezayirlilerin topraklarını Fransız yerleşimcilere kaptırmalarıydı.
Manevi ve maddi hasarların yoğunlaşmasına paralel olarak, sömürgeci yönetime tabi olmanın yarattığı huzursuzluklar da hızla artıyordu. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Cezayir milliyetçiliği bağımsızlık için örgütlenmeye başladı. Fransa’nın Nazi işgaline uğraması Cezayir topraklarındaki siyasetin de kaderini değiştirmişti. 1942’de Atlantik Şartı’nın sömürge karşıtı söylemine bel bağlayan milliyetçiler, bağımsızlık söylemi uyarınca Cezayir Halk Partisi (PPA) bayrağı altında örgütlendiler. Nisan 1945’te PPA’nın lideri Messali Hadj kaçırılarak Brazzaville’e götürüldü. PPA 1 Mayıs gösterilerine ulusal sorun konusunda sessiz kalan Fransız ve Cezayir komünist partileri ve Fransız sendika konfederasyonu CGT’nin yanında ayrı bir kortejle katılma kararı aldı. Sokak eylemleri, protesto gösterileri giderek çoğalıyordu. Oran ve Cezayir’de eylemcilerden rahatsız olan polisler ve bazı Avrupalılar kitleye ateş açtılar. Eylemleri seyreltmek şöyle dursun, daha bir sıklaştırıyordu bu müdahaleler. Her fırsatta, ölümlere, yaralanmalara ve tutuklamalara rağmen Cezayir’in bağımsızlık taleplerini dile getiren gösteriler düzenleniyordu. Sétif ve Guelma’da yaşanan çatışmalarda binlerce Cezayirli hayatını kaybetti. Avrupa faşizmden kurtulmuştu artık. Müttefiklerin zaferi kutlanıyordu her yanda. Fransa açısından da bir dönüm noktasıydı Nazilerin çöküşü. Fransa tarihinin her dönüm noktasında -1871, 1914 ve 1940’ta- Cezayir milliyetçileri reform taleplerini yükseltmişlerdi. 1871 ve 1914’te şiddetle bastırılan ayaklanmalar çıkmıştı, ancak Mayıs 1945’te herhangi bir ayaklanmanın çıkacağına dair bir kanıt yoktu. Sular durgundu, kitle eylemlerine yapılan müdahaleler rutindi ve geniş çaplı bir savaşa kaynaklık edeceğine pek ihtimal verilmiyordu. Lakin Fransa’nın yılları bulan sömürgecilik siyaseti Cezayirliler nezdinde doyuma ulaşmıştı, savaş deyim yerindeyse an meselesiydi.
1954’te FLN (Ulusal Kurtuluş Cephesi) ve onun silahlı kanadı olan ALN (Ulusal Kurtuluş Ordusu) kuruldu. Cezayir toplumu gerek savaşın patlak vermesi öncesinde, gerekse FLN’nin örgütlendiği dönemlerde ekonomik, siyasi ve kültürel olarak ırk faklılıklarına göre ayrışmıştı. Şöyle ki, bir milyon Fransız yerleşimciye karşılık dokuz milyon Cezayirli yaşıyordu ülke sathında. Fransa’daki Cezayirlilerin sayısıysa 200.000’e ulaşmıştı. FLN çoğunluğu inşaat ve çelik sektöründe çalışan göçmen işçiler arasında örgütleniyordu. İşçiler FLN’nin mücadelesini finanse eden başlıca kesimler arasındaydı. Bir cephe örgütlenmesi olarak FLN kitlesel sokak eylemlerinin tertipleyicisiydi, çeşitli vesilelerle Fransa’da pek çok gösteri düzenleniyordu. 17 Ekim 1961’de Paris’te polis güçleri FLN’yi desteklemek ve Cezayirlilere uygulanan sokağa çıkma yasağını protesto etmek için gösteri yapmak isteyen 30.000 kadar Cezayirliye saldırdı. Bu saldırıda resmî rakamlara göre 70, bazı araştırmalara göre ise 200’den fazla kişi polis tarafından öldürüldü. Eylemciler dövülerek, Seine nehrine itilip boğularak, gözaltına alındıktan sonra karakolda işkence edilerek öldürülmüştü. Savaş hem Cezayir hem de Fransız topraklarında eşanlı ve çeşitli şekillerde devam ediyordu.
Fransa ve Cezayir arasındaki savaş 1958’de Dördüncü Cumhuriyet’in çökmesine neden oldu. Cezayir milliyetçilerinin uluslararası alandaki meşruiyeti de giderek artıyordu. Buna mukabil, Fransa sömürgeci zihniyetin devamı olan bir savaşı sürdürmekten ötürü her geçen gün meşruiyet kaybına uğruyordu. Bu meşruiyet kaybı, 1959’da gönülsüz de olsa, General De Gaulle’ün Cezayir’in kendi kaderini tayin hakkını telaffuz etmesine yol açtı. Bununla birlikte, Fransız toplumunda FLN’nin desteklenmesine yönelik olarak kıpırdanmalar başlamıştı. Fransa’daki Cezayirlilerin FLN’ye desteklerini ulaştırmalarına kimi Fransızlar yardımcı oluyordu. FLN destekçisi Fransızlara göre faşizme karşı direnişin ilkesi Cezayirlilere yardım etmeyi gerektiriyordu. 6 Eylül 1960’ta Fransız ordusuna karşı mücadele eden Cezayirlilere silah, insan ve belge taşıyan bir grup Fransız entelektüeli tutuklanarak mahkemeye çıkarıldı. Mahkemeden bir gün önce, 121 entelektüel “121’ler Manifestosu” adı verilen bir metin kaleme aldı. Manifesto, Cezayirlilerin diplomatik ve askerî olarak sürdürdüğü mücadeleyi doğrudan “bağımsızlık savaşı” olarak nitelendiriyor; Fransa’nın Hitler’den 15 yıl sonra Avrupa’ya işkenceyi bir kurum olarak geri getirdiğini öne sürüyordu. Bu çarpıcı Manifesto şu sözlerle bitiyordu:
“Bizler Cezayir halkına karşı silah kullanmayı reddetmeyi meşru kabul ediyor, buna saygı duyuyoruz. Bizler Fransız halkı adına ezilen Cezayirlileri koruma ve onlara yardım etmenin görevleri olduğunu düşünen Fransız erkek ve kadınlarının tavrını meşru kabul ediyor, buna saygı duyuyoruz. Kesin bir şekilde sömürge sisteminin çöküşüne katkısı olan Cezayir halkının davası tüm özgür erkek ve kadınların davasıdır.”
Manifestonun yayınlanması hükümetin sansür uygulamalarıyla engellenmeye çalışıldı. Lakin sansür teşebbüsleri tam da etkili olamadı. 1961’de Manifesto’nun imzacılarından Jean Paul Sartre, Franz Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri adlı kitabına yazdığı önsözde Fransızlara şöyle sesleniyordu:
“Sevgili yurttaşlarım, sizler ki adımıza işlenmiş olan bütün suçları gayet iyi biliyorsunuz, kendinizi yargılamak mecburiyetinde kalacağınız korkusuyla bunlarla ilgili olarak kimselere, hatta kendi kendinize dahi tek kelime etmiyor olmanız hiç doğru değil. Başlangıçta neler olup bittiğini anlamadığınıza, sonra ise böyle şeylerin doğru olabileceğinden şüphe ettiğinize inanmaya razıyım; ama artık biliyorsunuz ve halen daha dilinizi tutuyorsunuz. Sekiz yıllık suskunluk, bu nasıl bir alçalmadır!”
Hem savaşın şiddeti hem de kamuoyu baskısının etkisiyle 1961’de De Gaulle FLN ile görüşmeye başladı. Müzakerelerle birlikte yeni bir döneme giriliyordu artık. Cezayirlilerin bağımsızlığına ramak kalmıştı. 1962’de Evian Antlaşması imzalandı. Fransa’nın Cezayir’deki egemenliği antlaşmayla birlikte ortadan kalktı. Sömürge statüsü ilga edilmiş, Cezayirliler kendi kaderlerini tayin hakkına kavuşmuşlardı. Gelgelelim savaşın sürdüğü sekiz yıl boyunca bir milyon Cezayirli hayatını kaybetti. Yığınla savaş suçu ve hak ihlali gerçekleşti. Bilinen ihlallerin gündeme gelmesi, hukuki bir düzleme çekilerek soruşturulması Fransa’nın yakın geçmişiyle yüzleşmesi açısından önem arz ediyordu. Lakin Evian Antlaşması savaşın sonlanmasına yönelik bir ateşkes sözleşmesi olmanın yanı sıra, geçmişle hesaplaşmayı engelleyen bir işleve sahipti. Antlaşma savaşta işlenen suçlara ilişkin olarak hem Cezayirli direnişçilerin hem de Fransız askerleri, polisleri ve siyasetçilerinin yargılanmasını engelleyen genel bir af maddesi içeriyordu. Nitekim 1990’lara kadar Cezayir’deki savaş suçları meselesi, sadece özel lobi gruplarının ilgilendiği bir konu oldu. Cezayir Savaşı kapsamlı ve yetkili soruşturma komisyonlarınca araştırılmadı. Savaş suçlarını kavramaya yönelik çabalar ırkçılık karşıtlığından, insan hakları perspektifinden besleniyordu ama Cezayir Savaşı, Avrupa’da hiçbir zaman bir Holokost, bir başka ifadeyle “bir daha asla” etkisi yaratmadı, “soykırım” ifadesinden ziyade tekil vakalara odaklanıldı.
1970’lerde sorgulanana kadar Vichy dönemi, hâkim Gaullist ideoloji tarafından bir direniş miti etrafında değerlendirilmişti. Buna göre, Fransa Nazilere karşı direnmiş, anti-semitik politikalar esas olarak Naziler tarafından empoze edilmişti. Dolayısıyla, Vichy rejimi Fransız tarihinde bir istisna olarak değerlendirilmeliydi. 1980’lerde savaş yeniden gündeme taşındı, suskunluk perdesi ağır aksak da olsa aralanıyordu. Kasım 1984’te Cezayir’de savaşla ilgili uluslararası bir konferans düzenlendi. 1980’lerin sonunda, Fransa’daki Ulusal Bilimsel Araştırmalar Merkezi savaşı meşru bir araştırma alanı olarak tanımlamak için çaba gösterdi. Güncel Tarih Enstitüsü ve Jean-Pierre Rioux, savaş ve Hıristiyan kamuoyu, entelektüeller ve Fransızlar arasındaki ilişkileri irdeleyen üç önemli konferans gerçekleştirdiler.
Sonuç olarak, Cezayir Savaşı ile ilgili tartışmalar İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerin Fransa’yı işgali ve Nazi işbirlikçisi Vichy rejimiyle ilgili değerlendirmeler çerçevesinde ortaya çıktı. Cezayir Savaşı, faşizme ilişkin tartışmalarla iç içe geçmişti. İki tartışmanın ortak paydası Vichy rejimi ve “insanlığa karşı işlenen suçlar”dı. 1987’de Klaus Barbie adlı eski bir Naziyi savunan avukat Jacques Vergès, savunmasında Nazilerin Fransa’daki eylemleriyle Fransızların Cezayir’deki eylemleri arasında paralellikler kurdu. “İnsanlık suçu” tanımı bu paralellik hasebiyle yeniden gündeme geldi. Ne var ki, Yüksek Mahkeme insanlığa karşı suçların tanımını daralttı. Mahkeme bu suçun ancak “siyasi hegemonya politikası izleyen bir devlet adına” işlenebileceğini belirtti. Yüksek Mahkeme’ye bakılırsa Fransa Cezayir’de hegemonya siyaseti izlememişti. Dolayısıyla işlenen suçlar insanlığa karşı suçlar kapsamında değerlendirilemezdi. Jacques Vergès ise sömürgeciliğin bir siyasi hegemonya politikası olarak değerlendirilmesi gerektiği konusunda ısrarcıydı. Davada tanıklık yapan, Cezayir Savaşı’nda işkenceye karşı başından beri mücadele eden, antik Yunan uzmanı tarihçi Pierre Vidal-Naquet Le Monde gazetesine yazdığı bir yazıda, Fransızların hem Cezayir’de hem de ondan önce Hindiçin ve Madagaskar’da insanlığa karşı suç işlediğini iddia etti. Fransız siyasi ve askerî liderlerinin yargılanabilmeleri için affın uygulamadan kaldırılmasını talep etti. Ne var ki, Yüksek Mahkeme insanlık suçu işlenmediği hususunda kararlıydı; Fransa’nın Cezayirlilerden özür dilemesine, soruşturma açmasına, kayıplara ilişkin tazminat ödemelerinde bulunmasına gerek yoktu. Tartışmalar ilerleyen tarihlerde yeniden açılmak üzere kapandı.
1991’de, 17 Ekim 1961 olaylarının yıldönümünde, Cezayirli göçmenlerin oluşturduğu gruplar Cezayir Savaşı’na dair “hatırlama görevine” (devoir de mémoire) dikkat çektiler. Anma etkinlikleri kolektif hafızayı diri tutuyor, suçların masaya yatırılması için bir zemin oluşturuyordu. Tarihçi Benjamin Stora’nın bir devlet kanalında gösterilen dört bölümlük “Cezayir Yılları” adlı belgeseli Fransızların savaş deneyimini tartışmaya açtı. Fransa’nın Vichy geçmişi daha radikal bir biçimde sorgulandı. Bu itibarla, Pierre Péans’ın 1994’te yayınladığı François Mitterand biyografisi, sosyalist siyasetçinin 1930’larda aşırı sağla ilişkili olduğunu, Vichy rejimi tarafından ödüllendirildiğini ortaya çıkardı. 1995’te Chirac, Vichy rejiminin anti-semitik uygulamaları için özür diledi. Lakin benzer bir özür hâlâ Cezayir Savaşı için dillendirilmiyor, suskunluk devam ediyordu.
1997’de Vichy rejimine yönelik araştırılmalar daha kapsamlı biçimde gerçekleşti. 1942-44 arasında Gironde’de görev yapan ve Bordeaux’dan ölüm kamplarına dört Yahudi konvoyu göndermekle suçlanan Maurice Papon’un davası, Vichy rejiminin örtülü hakikatlerinin gün yüzüne çıkmasına vesile oldu. Papon davası salt münferit bir bireyin değil, aynı zamanda devletin de yargılandığı bir dava oldu. Papon davasının temel sorusu, devlet adına işlenen insanlığa karşı suçlarda kişilerin ne kadar sorumluluk taşıdığıydı. Dava Vichy ve Cezayir Savaşı paralelliğinde ikinci bir benzerliği daha ortaya çıkarmıştı: Fransız devletinin Yahudilere ve Cezayirlilere uyguladığı resmî ayrımcılık pratikleri özünde aynıydı. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkelerine dayanan cumhuriyetçi Fransa’nın yanında sömürgeci bir Fransa’nın da olduğunu göstermesi açısından özellikle rahatsız ediciydi bu. Papon davasını takiben Vichy dönemi arka planda kalırken 2000’li yıllarda Cezayir meselesi yeniden ilgi odağı olmaya başladı.
Cezayir Savaşı’nın geçmişle hesaplaşma kapsamında masaya yatırılamamasında bir başka önemli etmen daha vardı. 1954-62 arası dönem, hukuken 1999’a kadar “savaş” değil, “asayiş sorunu” ve kontrgerilla operasyonları olarak nitelenmişti. Siyasal iktidar, FLN militanlarını adlandırmak için “düşman” statüsünden farklı olarak, “haydut”, “isyancı”, “terörist” gibi kavramları kullanmayı tercih etmişti. Savaşın gazileri, gazi haklarından yararlanabilmek için Fransız kamuoyunun uzun zamandır benimsediği savaş tanımının resmen kabul edilmesini talep ettiler. Nihayet Ekim 1999’da temsilciler ve senatörler savaş tanımını resmen kabul ettiler. 2000’de Komünist Partisi milletvekilleri Cezayir Savaşı sırasındaki işkenceleri araştırmak, Fransa’nın pişmanlık ifade etmesi ve mağdurlar için tazminat ödemesi amacıyla parlamentoda bir araştırma komisyonu kurulmasını istediler. Dönemin Başbakanı Lionel Jospin bu talebi reddetti. Jospin komisyon teklifini kabul etmemişti ama “hatırlamanın ulusal toplumu zayıflatmadığı, tersine güçlendirdiği”ni öne sürerek geçmişe ulaşmanın önemine dikkat çekmişti. Bu çerçevede 2001’de bir başbakanlık genelgesi yayınladı. Altı bakanlığa savaşa ilişkin resmî belgelere erişimi kolaylaştırma talimatı verdi.
Şubat 2005’te muhafazakâr Halk Hareketi İçin Birlik’in (UMP) meclisteki çoğunluğuyla sömürgeciliğin olumlu rolünün öğretilmesini emreden bir yasa tasarısı yasalaştı, büyük bir tartışmaya yol açtı bu. Yasanın gerekçesi geçmişi eleştirel saiklerle değil, olduğu gibi anımsamanın tezahürü olması açısından kayda değer: Fransa yasa sayesinde Cezayir, Fas, Tunus ve Hindiçin’de kendine hizmet edenlere borcunu ödemiş olacaktı. Dördüncü maddeye göre “okul dersleri Fransa’nın denizaşırı topraklarda, özellikle Kuzey Afrika’da, oynadığı olumlu rolü tanımalı ve Fransız silahlı kuvvetleri üyelerinin tarihte hak ettikleri önemli yeri vurgulamalıydı.” Yasanın göçmenler üzerinde olumsuz etki yaratması işten bile değildi. Haziran 2005’te kendilerine Cumhuriyet’in Yerlileri adını veren bir oluşum örgütlendi. Cumhuriyet’in Yerlileri, Fransa’da yaşanan özellikle kültürel ayrımcılık meselesine vurgu yapıyordu. Ekonomik sömürü ve toplumsal haklardan mahrum olmaktan kaynaklanan sorunların tazminini talep eden bir manifesto yayınladılar: “Biz sömürgeleştirilmiş halkların ve göçmenlerin kızları ve oğulları sömürge sonrası Cumhuriyet tarafından uygulanan baskı ve ayrımcılığa karşı bir mücadeleye girişmiş durumdayız.” Manifestonun yayınlanmasından üç ay sonra Fransa’nın büyük şehirlerinin banliyölerinde geniş katılımlı bir ayaklanma patlak verdi. Göçmenlerin ayaklanmasında 10.000 araç ve 200 kamu binası yandı, üç kişi hayatını kaybetti. 1 Ocak 2006’da Jacques Chirac yasanın Fransızları böldüğünü, yeniden yazılması gerektiğini belirtti. Chirac yasa değişikliğini Anayasa Mahkemesi’ne götürdü. Ders kitaplarının düzenlemesinin yasal değil, idari bir tasarruf olduğu kararına dayandırarak yasayı iptal ettirdi.
UMP’nin bir sonraki başkanı Nicolas Sarkozy Cezayir seyahatinden önce sömürgeciliğin tarihine ilişkin ihtiyatlı kelimeler sarf etti. Fransa’nın Cezayir’deki 132 yıllık varlığı süresince elbette pek çok acı ve adaletsizlik olduğunu belirtti: “Gerçeklerin tanınmasını savunuyorum fakat devletlerarası ilişkilerde yeri olmayan, dinî bir kavram olan pişmanlığı değil.” Siyasete özgü olan özür, dinî olduğu iddia edilen pişmanlıkla eş tutulmuştu. Sarkozy sömürgeciliğin cumhuriyetin üç önemli kavramı olan özgürlük, eşitlik ve kardeşliğe aykırı olduğunu kabul etti. Ancak Fransa’nın savaşın vahşeti için sorumluluk almayacağını öne sürdü. Aralık 2012’de Başkan François Hollande, Cezayir ziyaretinde parlamentoda yaptığı konuşmasında Cezayir’in Fransa tarafından sömürgeleştirilmesini “acımasızlık ve adaletsizlik” olarak nitelendirdi ve sömürgeciliğin neden olduğu acıları tanıdığını söyledi. Hollande İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Guelma, Kherrata ve Setif’te çıkan milliyetçi gösterilerin Fransız kuvvetleri tarafından katliamla bastırılmasını kınadı. 8 Mayıs 1945’in, dünya barbarlığı yenerken Fransa’nın evrensel değerlerini unuttuğu bir gün olduğunu belirtti. Ne var ki, sömürgecilik bahsinde Fransa’nın işlediği suçlar için özür dilemekten kaçındı.
Yararlanılan kaynaklar
“Chirac attacks ‘history’ law”, The New York Times, 4 Ocak 2006, .
“France recognises Algeria colonial suffering”, Al Jazeera, 20 Aralık 2012,
“Sarkozy in Algeria, calls French colonialism ‘profoundly unjust’” The New York Times, 3 Kasım 2007,
“Sarkozy tells Algeria: No apology for the past”, Reuters, 10 Temmuz, 2007.
Bruce Crumley, “Sarkozy confronted by Algerian anger”, Time, 3 Aralık 2007,
Claude Liauzu, “At war with France’s past”, Le Monde Diplomatique, Haziran 2005.
Clovis Casali, “Hollande says no apology for Algerian colonial past”,
Declaration on the Right to Insubordination in the War in Algeria (The Manifesto of the 121) 1960,
Gregory Viscusi, “Hollande Calls France’s Algerian Rule Brutal; No Apology”, 2012.
Jean Paul Sartre, “1961 Tarihli Baskıya Önsöz”, Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri içinde, Şen Süer (çev.), İstanbul: Versus, 2005.
Jean-Luc Einaudi, Octobre 1961: un massacre à Paris, Paris: Fayard.
Julie Fette, “Apology and the Past in Contemporary France”, French Politics, Culture and Society, 26(2): 78-113, 2008.
Martin Evans, “French Resistance and the Algerian War”, History Today, 41(7), 1991,
Martin S. Alexander, Martin Evans, J.F.V. Keiger, “The ‘War without a Name’, the French Army and the Algerians: Recovering Experiences, Images and Testimonies”, The Algerian War and the French Army, 1954-62: Experiences, Images, Testimonies içinde, (der.) Martin S. Alexander, Martin Evans ve J.F.V. Keiger, New York: Macmillan, 1-39, 2002.
Mohammed Harbi, “Massacre in Algeria”, Le Monde Diplomatique, Mayıs 2005.
Olivier Le Cour Grandmaison, “Liberty, equality and colony”, Le Monde Diplomatique Haziran 2001.
Raphaëlle Branche, “The State, the Historians and the Algerian War in French Memory, 1994-2001”, Contemporary History on Trial: Europe since 1989 and the Role of the Expert Historian içinde, (der.) Harriet Jones, Kjell Östberg ve Nico Randeraad, Manchester: Manchester University Press, 159-173, 2007.
Robert Aldrich, “Colonial Past, Post-Colonial Present: History Wars French Style”, History Australia, 3(1): 1-10, 2006.
Britanya - Kuzey İrlanda: Kanlı Pazar
30 Ocak 1972’de Kuzey İrlanda’nın Derry şehrinin Bogside semtinde yaklaşık 20 bin kişinin katıldığı bir protesto yürüyüşü düzenlendi. Barışçıl saiklerle düzenlenen bu gösterinin amacı, Ağustos 1971’de Kuzey İrlanda hükümetinin “terör şüphelilerinin yargılanmadan gözaltında tutulabilmesi” kararına ve bu kararla bağlantılı olarak kitlesel “yürüyüşlerin yasaklanmasına” tepki göstermekti. Demokratik kıstaslarla düzenlenen yürüyüşün gerçekleştirilmemesi için -güvenlik söylemleri uyarınca- askerî önlemler alındı. Siyasal iktidar “yürüyüş yasağı” lafzına önemli bir nokta daha eklemişti. Buna göre gösterilerde birbiriyle bağdaşmaz iki unsur bulunuyordu: Şiddetten uzak “masum” insanlar ve buna mukabil güvenlik güçlerine “molotof kokteyli” atabilecek olan “isyancılar.” Demokratik hak ve özgürlüklere referansla düzenlenen gösterilere “terör” söyleminin gölgesi düşmüştü. Göstericiler bu gölgeye rağmen yürüyüş kararından geri adım atmadılar. Barışçıl eylemcilerle “isyancıların” iç içe olduğu yürüyüşü önlemek için hükümet ve ordu çevreleri harekete geçti. Ordu, eylemin akabinde gösteriyi örgütleyen liderleri tutuklamayı düşünüyordu fakat yürüyüş henüz bitmemişken, yani “masum” göstericilerle “isyancı” liderler ayrışmadan eyleme müdahale etme kararı alındı. “Masumlar” ve “isyancılar” ayrımı gözetilmeksizin Britanya Paraşütçü Birliği kitleye ateş açtı ve bu ateş sonucu 14 kişi, 30 Ocak Pazar günü hayatını kaybetti. Gösteri sırasında ölenlerden biri de 17 yaşındaki Jackie Duddy idi. Yaralı Jackie Duddy’yi hastaneye kaldıran grupta yer alan rahip Daly’nin salladığı mendil, Kanlı Pazar’la özdeşleşerek hafızalara kazındı. Jackie Duddy’nin kanlı mendilini yıllardır muhafaza eden kız kardeşi Kay, erkek kardeşinin suçsuz olduğuna sonuna kadar emin:
“Hiçbir şey yapmamış, olaylara asla karışmamıştı. Beni en çok üzen şey de masum birinin molotof kokteyli atmaya hazırlanırken vurulduğunun iddia edilmesi… O yüzde yüz masumdu ve hiçbir şey yapmamıştı. Masum birinin üzerine ateş açtılar ve bunun hâlâ bir özrü yok.”
Kay’in şikâyetçi olduğu bu gelmeyen “özür”, yıllar sonra da olsa siyasi otoriteler tarafından dillendirilecekti. Bu açıdan Kanlı Pazar, İrlanda ve İngiltere toplumları nezdinde bir tür kırılma ânına tekabül etmektedir. Elbette bu kırılma ve dönüşüm ânının anlaşılabilmesi, etkilerinin net bir biçimde görünür olabilmesi için İrlanda ve İngiltere arasındaki tarihsel gerilime daha yakından bakmak gerek. Zira Kanlı Pazar’a giden süreç birdenbire gerçekleşmemiş, 14 kişinin ölümüne, çok sayıda insanın yaralanmasına ve tutuklanmasına neden olan olay geçmişin dinamiklerinin tazyikiyle cereyan etmiştir.
Kanlı Pazar’ın ama ondan da önce İngiltere ile İrlanda arasındaki gerilimin tarihsel kökleri, 17. yüzyılda İngiliz ve İskoç nüfusunun İrlanda’ya yerleştirilmelerine dayanır. Etnik menşeli gerilimler dinsel mezhepler arasındaki farklılıklardan da besleniyordu. Yerli halk Katolik, sonra gelen yerleşmecilerse Protestan’dı. Farklı gruplar arasındaki gerilim ve çatışmalar 19. yüzyıla kadar varlığını sürdü. 20. yüzyıla gelindiğinde İrlanda’da dinsel ayrımların yanı sıra, ulusal söylemleri ön plana çıkaran bağımsızlık yanlısı hareketlenmeler belirdi. Bu çıkış, yeni saflaşmaları yaratmakta gecikmedi. Ulster eyaletinin dokuz bölgesinde ve Dublin civarında yaşayan İskoç ve İngiliz yerleşmeciler Birleşik Krallık’la paralel hareket ediyor, birlik yanlısı (Unionist) bir siyaseti takip ediyorlardı.
Bu saflaşmalar sürerken Birinci Dünya Savaşı sırasında Paskalya Ayaklanması patlak verdi. 1919-1921 İngiliz-İrlanda Savaşı 1921’de İrlanda’nın bölünmesiyle sonuçlandı. 1920’de Birleşik Krallık parlamentosunda İrlanda Hükümeti Yasası kabul edildi. Bu yasaya göre çoğunluğu Protestan yerleşmecilerden oluşan Ulster eyaletinin altı bölgesi Kuzey İrlanda; adanın geri kalanı ise Güney İrlanda olmak üzere ikiye bölündü. Bu bölgelere kendi kendini yönetme (home rule) yetkisi tanındı. Güney’in bağımsızlığa kavuşmasından ötürü sadece Kuzey İrlanda’da uygulanan bu özerk yönetim 1972’ye kadar devam etti. 1922’de kurulan Özgür Devlet (Güney) (Free State) pek çok açıdan özgür olmakla birlikte aslında bir dominyon statüsündeydi. Özgür Devlet tüm adayı kapsıyordu ama 1921 Antlaşması Kuzey İrlanda’ya ayrılma hakkı da tanımıştı. Bu hak uyarınca Kuzey İrlanda, Özgür Devlet’ten ayrıldı ve Birleşik Krallık’a dâhil oldu. İrlanda Özgür Devleti’nin Britanya monarşisiyle olan resmî bağları, 1948’de kabul edilen ve 1949’da yürürlüğe giren İrlanda Cumhuriyeti Yasası ile son buldu. İrlanda Özgür Devleti ile Birleşik Krallık arasındaki bu bölünme Kuzey İrlanda’nın ikinci büyük şehri olan Derry’nin doğal ticari bağı olan hinterlandıyla ilişkisinin kesilmesine neden oldu. Etnik ve dinsel farklılıklara iktisadi/sınıfsal farklılıklar da eklemlenince tarihsel gerilim yeni veçheler edindi.
1960’lara gelindiğinde istihdam, barınma ve seçim haklarında uygulanan ayrımcılığa karşı Medeni Haklar Hareketi ortaya çıktı. Hareketin serpilmesine paralel olarak, devletin ve paramiliter güçlerin şiddeti devreye sokuldu. Kuzey İrlanda Katoliklerinin talepleri “evler, işler ve oylar” (houses, jobs and votes) sloganı etrafında yoğunlaşıyordu. Siyasal alan anayasal milliyetçiliği savunan Sosyal Demokrat İşçi Partisi (SDLP) ve Geçici IRA arasında bölünmüştü. Amerika’daki siyahîlerin örgütlediği medeni haklar hareketinden esinlenen ve sivil itaatsizliği benimseyen Kuzey İrlanda Medeni Haklar Derneği (NICRA), 1967’de kuruldu.
NICRA’nın düzenlediği demokratik gösteriler Unionist’ler ve Kuzey İrlanda’nın polis kuvvetleri tarafından saldırılara uğruyordu. 1969’da Derry şehri göstericiler, polis ve Unionist’ler arasında gerçekleşen yoğun ve şiddetli çatışmalara sahne oluyordu. IRA’nın polis kuvvetlerine yönelik eylemleri de eksik olmuyordu. Siyasal alanın iyice daraldığı bu süreçte, 12 Ağustos 1969’da “Bogside Muharebesi” adıyla anılan bir ayaklanma baş gösterdi. Ayaklanma şehrin önemli bir bölümüne yayıldı. Halk üç gün boyunca ayaklanmaya iştirak etti ve polis kuvvetlerine karşı direndi. Ayaklanmalar Belfast ve Kuzey İrlanda’nın geri kalanına da sıçrayınca Stormont hükümeti Westminster’dan yardım istedi. Bunun üzerine asayişi tesis etme amacıyla Britanya ordusu bölgeye gönderildi. Ayaklanma sonrası süreç, siyasal alanda kapsamlı bir baskı döneminin başlangıcına işaret ediyordu.
Nitekim 9 Ağustos 1971’de ordu desteğiyle büyük bir gözaltı furyası başladı. Üç ay içinde çoğunluğu Katoliklerden ve hepsi İrlanda cumhuriyetçilerinden oluşan 1882 kişi gözaltına alındı. Bu rakam 1972’de 2400’e ulaştı. Bu gözaltı siyaseti, nispeten zayıf olduğu bir dönemde IRA’yı bitirme amacı taşıyordu. Ne var ki, gözaltılar 1969’da resmî IRA’dan kopan Geçici IRA’ya halkın desteğini azaltmıyor, aksine artıyordu. Bu esnada önemli bir gelişme daha yaşandı: Geçici IRA ve Westminster hükümeti arasındaki görüşmeler sona erdi. Sokak gösterilerinin, çatışmaların ve ayaklanmaların bilançosu ağırdı: 1969’da 18, 1970’te 26 ve 1971’de 186 kişi hayatını kaybetti. 1966-2001 arası çatışmalardaki kayıpların sayısı gerginliğin boyutlarını göstermesi açısından kayda değer: Çatışmalarda toplam 3673 kişi öldü.
Ayaklanmalar bastırılmış, protesto gösterileri seyreltilmiş, isyancılar öldürülerek yahut tutuklanarak “etkisiz hale” getirilmişti. Askerî ve siyasi baskıyı hukuki baskı süreci izledi. Siyasal iktidar altı ayı kapsayan yürüyüş ve gösteri yasağını gündeme getirdi. Bundan böyle her türden yürüyüş ve gösteri, yasadışı telakki edilecekti. Anayasada teminat altına alınmış demokratik bir hak, asayiş ve güvenlik anlayışı uyarınca askıya alınıyordu. Bu antidemokratik yasak mevcut gerilimlerin tırmanmasına/yoğunlaşmasına neden olmaktan başka bir işe yaramadı. NICRA yasağa özellikle Derry şehir merkezinde uymama kararı aldı. Kanlı Pazar’a giden sürecin fitili sönmemek üzere ateşlenmişti.
Yasağa rağmen sokak gösterileri düzenlenmeye devam ediyordu. Paramiliter güçlerin ve polis kuvvetlerinin saldırıları da gösterilerle atbaşı gidiyordu. Kanlı Pazar’dan önceki hafta, Derry yakınlarındaki Magilligan’da bulunan tutukluların kapatıldığı kampa yürümek isteyen göstericilerle ordu arasında çatışma çıktı. Çatışmalara müdahale için ilk defa Paraşütçü Birliği’nin birinci taburu devreye girdi. Özel kuvvetlere bağlı olan ve sivil/demokratik gösterilere karşı sert müdahaleleriyle ünlü bu tabur Kuzey İrlanda genelinde nefret uyandırıyordu. Müdahalede hiç kimse hayatını kaybetmediyse de 300 askerin uyguladığı aşırı şiddet gerilimi kamçılamıştı.
Takvimler 30 Ocak 1972 Pazar gününü gösterdiğinde, 20 bin kişilik bir kitle Derry şehir merkezine akın etti. Göstericiler tutuklamaların sonlandırılmasını talep eden konuşmaları dinlemek üzere yürüyüşe geçmişti. Magilligan olayının tozu dumanı henüz dağılmamıştı. Göstericilerde çatışma beklentisi vardı ama ordunun şiddet dozunu bu şekilde artıracağı tahmin edilmiyordu. Göstericiler ve ordu barikatlarda karşı karşıya geldi. Ordu hedef gözetmeksizin kitleyi ateş altına aldı ve 14 kişi öldürüldü.
Kanlı Pazar’dan sonra Stormont yönetimine son verildi. Kuzey İrlanda doğrudan Westminster hükümeti tarafından yönetilmeye başlandı. Britanya hükümeti ise Kanlı Pazar’ı güvenlik söylemine havale etti; gösteri sırasında ölenleri ilk elden “silahlı kişiler ve bombacılar” olarak niteledi. İrlanda’da 2 Şubat günü ulusal yas ilan edildi. İrlanda’nın Londra elçisi geri çağrıldı.
Tüm bunlar olurken Derry, Dublin ve uluslararası çevrelerden tepki yağıyordu. Tepkiler olayların aydınlatılması saiki ile Westminster Parlamentosu’na bir mahkemenin kurulması yönünde baskı uyguluyordu. Ulusal ve uluslararası huzursuzlukları yatıştırmak üzere Başbakan Edward Heath, Britanya’nın ikinci en yüksek yargıcı Lord Chief Justice Lord Widgery’yi görevlendirdi. Yargıç Widgery Britanya Ordusu’nun eski bir subayıydı. Mahkeme Derry’den uzakta Unionist bir şehir olan Coleraine’de toplandı. Ne var ki, Widgery de suçu yasadışı gösteriyi düzenleyenlere yıktı. Güvenlik makamları ve siyasi makamların verdiği kararları incelemekten özellikle kaçındı. Öte yandan, mahkeme birbiriyle çelişen kanıtların üstüne gitmiyor; varılan sonuçlar olgularla desteklenmiyordu. Widgery NICRA tarafından toplanan 700’e yakın görgü tanığının ifadesini de dikkate almadı. Mahkeme sekretaryası hükümete çok yakındı ve raporun kaleme alınışına doğrudan müdahale etti. Ailelere hukuki destek pek verilmemişti. Ordudan gelen tanıkların çelişki arz eden ifadeleri de duruma göre değiştiriliyordu. Mahkeme alelacele bir rapor hazırladı. Görevli personel aklanırken olayın sorumluluğu kurbanların üstüne yıkıldı. Dönemin Başbakanı Edward Heath’in yargıç Widgery’ye söylediği sözler durumun özetidir aslında: “Biz Kuzey İrlanda’da sadece askerî bir savaş değil, aynı zamanda bir propaganda savaşı da sürdürüyoruz.”
Olaya dair cezai kovuşturmalar 1972’de Kamu Kovuşturma Müdürlüğü tarafından bertaraf edildi, ailelere önemsiz ödemeler yapıldı. 1973’te yasal soruşturma yolları Kuzey İrlanda’daki usul kanunları tarafından engellendi. Özü itibariyle Widgery Mahkemesi ve sonrasında yaşananlar aile üyelerinin ve kamuoyunun haksızlık ve adaletsizlik duygusunu besleyen bir süreç oldu. Kanlı Pazar’ı takiben kurbanların ailelerinde travma belirtileri nüksetti. Siyasi otoritelerin kurumsal destekle işleyen pratikleri Kanlı Pazar hadisesini derin bir unutuşa ve suskunluğa terk etti, hakikatlerin üzerine perde çekilerek toplumsal travmaların bastırılmasına girişildi.
Widgery Raporu Kanlı Pazar’a ilişkin resmî hafızayı oluşturuyordu. Kanlı Pazar ve sonrasında yaşanan süreçler, Kuzey İrlanda hükümetinin meşruiyetinin kaybolmasına, Medeni Haklar Hareketi güç kaybederken IRA’ya halk desteğinin artmasına yol açıyordu. Demokratik ve yasal mücadele alanlarının iyice daraltıldığı, siyasal alanın baskı ve korku siyasetiyle zapturapt altına alındığı bir kesitte IRA, Britanya hükümetine karşı şiddet eylemlerini artırıyordu. Buna mukabil Londra Kuzey İrlanda sorununu bir güvenlik sorunu olarak tanımlamaya devam ediyordu. Bu gelişmeler IRA’yı bölgedeki en güçlü siyasi akım haline getirdi. 1973-75 arasındaki Kanlı Pazar anmaları NICRA ile IRA’nın siyası kanadını temsil eden Sinn Féin’in söylemlerinin rekabet ettiği bir sürece sahne oldu. NICRA medeni haklar, demokrasi ve ayrımcılığa karşı sivil itaatsizlik gibi söylem ve etkinliklerle anmalar gerçekleştiriyordu. NICRA’nın demokratik mücadele anlayışı -çatışmaların da yükselmesiyle- yerini Sinn Féin’in Britanya sömürgeciliğine karşı silahlı mücadele eksenli söylemine ve eylemlerine bıraktı. 1975’e gelindiğinde anmalar Sinn Féin tarafından düzenlenir olmuştu. Silahlı eylemlerin ardı arkası kesilmiyordu.
İkili antlaşmalar yetersiz kalıp çatışmalar sürerken, siyasetin dengelerini 1990’lardaki demografik dönüşüm etkiledi. Katolikler hem sayıca artmış hem de kendilerine güvenir hale gelmişlerdi. Öte yandan, İşçi Partisi’nin iktidara gelmesiyle güvenlik eksenli işleyen geleneksel siyasetten uzlaşma siyasetine doğru ihtiyatla adım atılıyordu. Şiddeti durdurmaya yönelik önemli bir girişim de, hiç şüphesiz 1994’teki ateşkesti. IRA ve Londra hükümeti arasındaki görüşmeler 1998’de Belfast Antlaşması’yla sonuçlandı. Belfast Antlaşması Kanlı Pazar olayının yeniden ve başka türden sorgulandığı, suskunluk eşiğinin aşıldığı bir süreci araladı. Nihayet konuşulmayanlar hakkında konuşmanın, unutuluşa terk edilmiş hakikatlerin hatırlanmasının imkânı belirmişti. Toplumsal travmaların masaya yatırılacağı, yaraların sarılacağı bir evreye giriliyordu. Bu evrenin yaratılmasında barış sürecine girilmesinin önemli bir etkisi bulunmaktaydı. Barış süreci geçmişle yüzleşme açısından hayati bir öneme sahipti. Kanlı Pazar anmaları artık şiddetle değil, NICRA’nın başlangıçtaki barışçıl pratikleri doğrultusunda gerçekleştiriliyordu. Anmaları düzenleyenlere göre çatışma ortamı Britanya’yla savaşın merkeze oturmasına yol açmış, bu da olayın evrensel insan hakları perspektifiyle ele alınmasını engellemişti. Sinn Féin’in 1970’ler ve 1980’ler boyunca benimsediği Kanlı Pazar yorumu tüm aileleri ve Derry halkını kapsamamıştı. 1990’ların barış koşullarında düzenlenen anmaları Cumhuriyetçi retorikten uzaklaşıyor, bu durum hakikatlerin ortaya çıkarılmasını ve adalet taleplerini destekliyordu.
Barış sürecinin derinleştirilmesi, demokrasinin yerli yerine oturtulması, toplumsal acılarla yüzleşme ve demokratik yenilenme faslının gerçekleştirilebilmesi için birbiri ardına etkinlikler düzenleniyordu. Kanlı Pazar Adalet Kampanyası da bu etkinliklerden biriydi. Genel bir toplumsal katılımla demokratik kamuoyu tarafından olayın tekrar araştırılması talepleri yükseltildi.
29 Ocak 1998’de Başbakan Tony Blair Kanlı Pazar’a ilişkin yeni bir soruşturmanın açılacağını ilan etti. Bu itibarla, 3 Nisan 1998’de göreve başlayan Saville Araştırması Britanya tarihindeki en kapsamlı ve masraflı soruşturma oldu. Soruşturma Lord Saville başkanlığında ve uluslararası yargıçlardan oluşan bir mahkeme tarafından yürütüldü. Mahkemede 900’ün üzerinde tanık dinlendi. Saville Araştırması hakikatleri açığa çıkarma işlevi de üstlenmişti. Aileler mahkemeyi yakın takibe almışlardı. Siyasal iktidar geçmişin muhasebesini yapıyordu ve bu muhasebe esnasında klasik söylemlerini terk ediyordu. Köklü söylemsel dönüşümler gerçekleşiyordu. Kurbanların ve kamuoyunun talepleri de esasında çok netti. 2008’de düzenlenen Kanlı Pazar anmasında, anıta bırakılan plaket bu talebi açıkça ifade ediyordu:
“[Siyasal iktidarın] kurbanlara, sevenlerini kaybedenlere ve Derry halkına hâlâ bir adalet ve hakikat borcu vardır. Britanya ordusu, Britanya yargısı, Britanya hükümeti ve Stormont rejimi – hepsi Kanlı Pazar ve sonuçları için sorumluluklarını kabullenmelilerdir. Ancak o zaman o günün yaraları sonunda iyileşebilir.”
Kanlı Pazar soruşturması iki yıl sonra sonlandırıldı ve olaya dair kapsamlı (yaklaşık 5 bin sayfalık) bir rapor hazırlandı. Raporda askerlerin kitleye ateş açmadan önce uyarıda bulunmadıkları, üstelik başta zikredildiği üzere herhangi bir saldırı altında olmadıkları, kimi göstericilerin kaçarken vurulduğu, dahası çoğu askerin yalan söylediği belirtiliyordu. 15 Haziran 2010’da rapor kamuoyuna açıklandı. Başbakan David Cameron parlamentoda Britanya devleti adına şu sözlerle özür diledi:
“Silahlı kuvvetlerimizin bazı mensupları yanlış davrandılar. Hükümet silahlı kuvvetlerin hareketlerinden mutlaka sorumludur ve bu yüzden, hükümet adına, hatta ülkemiz adına çok üzgün olduğumu söylemek istiyorum.”
Başbakan David Cameron’un açıklamalarına silahlı kuvvetlerin başında duran General Sir David Richards da tam destek verdi. Kanlı Pazar’da yakınlarını kaybeden aileler ve yanı sıra binlerce duyarlı kişi olayın gerçekleştiği meydanda, ellerinde ölen göstericilerin resimlerini taşıyarak toplandı. Başbakan’ın açıklamaları kamuoyu tarafından memnuniyetle karşılandı. Karanlığa kapatılmak istenen bir olay ve bu olay etrafında kümelenmiş hakikatler aydınlığa kavuşturularak özellikle kurbanların yakınlarının yüreklerine su serpildi.
Yararlanılan Kaynaklar
“İngiltere ‘Kanlı Pazar’ İçin 38 Yıl Sonra Özür Diledi”, bianet.org,
Brian Conway, Commemoration and Bloody Sunday: Pathways of Memory, Basingstoke: Palgrave Macmillan, 2010.
Eamonn McCann (der.) The Bloody Sunday Inquiry: The Families Speak Out, Londra: Pluto Press, 2005.
Patrick Joseph Hayes ve Jim Campbell, Bloody Sunday: Trauma, Pain and Politics, Londra: Pluto Press, 2005.
Şili - Şili Halkı: Pinochet Dönemi Hak İhlalleri
Şili, sosyalizm tarihinde kendine özgü bir öneme sahip. Şili’deki sosyalizm deneyimi, 19. yüzyılda yükselişe geçen, 20. yüzyılda dünyanın muhtelif ülke ve coğrafyalarında siyasal iktidarı “ele geçiren” sosyalist hareketler içinde istisnai bir özellik sergilemiştir. Bu istisnai özellik öncelikle sosyalist mücadelenin zemini ile ilişkili. Devrimci mücadelelerin nabzının şiddetten yana attığı bir vasatta, Şili’de sosyalist Salvador Allende (1908-1973) siyaset sahnesinde arzı endam etti. Salvador Allende “devrimci şiddeti” işçi sınıfının siyasal mücadelesinde dışarıda tutuyor, sosyalizme geçişi kanlı olmayan yollardan gerçekleştirmeyi düşünüyordu. Tıp eğitiminden geçmiş Allende halkın sevdiği bir siyasetçiydi. 1937’de milletvekili seçilmiş, 1939’da sağlık bakanı olmuştu. Sağlık politikalarını toplumsal anlamda aşağıdakilerden yana sürdürüyor, toplumun dar gelirli kesimlerine içten bir sevgi besliyordu. Bu sevgiden olsa gerek, kamu nezdinde Allende “yoksulların başkanı” adıyla anılıyordu. 1943’te Sosyalist Parti Genel Sekreteri seçildi. Popülerliği giderek artıyordu. 1952 Başkanlık seçimlerinde Şili’deki dağınık sol örgütleri birleştiren Halk Cephesi’nden aday oldu. Yalnızca 60 bin oy alarak seçimlerden yenilgiyle ayrıldı. Ne var ki, Allende’nin mücadele azmine gölge düşürmedi bu mağlubiyet. Halk Cephesi örgütlenmesini genişletti. Komünistler, liberaller ve Hıristiyan Demokratlardan kopan kesimleri aynı çatı altında birleştirmek üzere kurulan Halk Birliği’nden (Unidad Popular) aday oldu bu kez. Marksist devrim teorisinin pek itibar etmediği barışçıl yöntemlere başvurmakta hâlâ hiçbir sakınca görmüyordu. Şiddet araçlarına yaslanmaktan ziyade demokratik ve anayasal bir zeminde mücadele ederek sosyalizme geçmek mümkündü. Gelgelelim Allende’nin bu kanaatlerine sol/komünist kanattan muarızları şiddetle karşı çıkıyordu. Anayasanın öngördüğü demokratik hak ve özgürlüklerin eksiksiz bir biçimde uygulanması veya seçim aracılığıyla sosyalizme geçmek radikal sol fraksiyonlara (özellikle MİR’e) göre ham hayalcilikten başka bir şey değildi. Bu fraksiyonlara göre Salvador Allende’nin siyaseti “teslimiyetçilik” ve “pasifizm” demekti. Yer yer “ihanet” gibi ağır suçlamalarda dahi bulunabiliyorlardı. Allende bu ithamları ve suçlamaları kulak arkası ediyor, çalışmalarını kesintisiz sürdürüyordu. Sol içi polemikler devam ederken 1970’teki başkanlık seçimlerini kazandı ve modern sosyalizm tarihinde bir ilke imza atarak seçimler yoluyla siyasal iktidarı ele geçirdi. Bu emsalsiz sosyalizm deneyimi pek çok açıdan Şili’nin yakın geçmişine damgasını vurdu.
1970’li yılların başları kapitalizmin tarihsel gelişimi açısından önemli bir dönüşüm ânına tekabül eder. Küresel kapitalizm içine sürüklendiği krizleri (özellikle 1971 petrol krizini) çözmek için yeni yollar keşfetmek zorunda kaldı. Gerek uluslararası sermaye gerekse modern ulus-devlet aygıtları 1970’lerde neo-liberal yeniden yapılanma evresine girdi. Neo-liberal nizamın faşist cuntalar eliyle tesis edilmesinde Şili, deyim yerindeyse deney tahtası kabilinden ilk kurban oldu. Dalga dalga yayılacak olan askerî darbelerin provası Şili’de, hem de seçimle işbaşına gelmiş sosyalist bir hükümete karşı gerçekleştirildi. Demokrasi ve hukuk askıya alındı, sosyalistlere karşı vahşi bir sindirme ve imha siyaseti güdüldü. Şili’nin güçlü sendikal örgütlenmeleri tasfiye edildi, sol/demokratik siyasetlerin kahir ekseriyeti ezildi. Bu sistematik imha sürecinde, Soğuk Savaşın anti-komünizm retoriği cuntanın söylemlerini besliyordu. Nitekim Şili’nin kurucu dört cuntacı generalinden biri olan Augusto Pinochet, Hitler’in çok sık kullandığı bir mecazı tereddüt etmeden zikrediyordu: “komünizm mikrobu” ülkeden temizlenecekti. Yoğun insanlık suçlarının fütursuzca işlendiği, hak ihlallerinin alıp başını gittiği, anayasal hak ve özgürlüklerin çanına ot tıkandığı bu toplumsal kıyım projesi hangi evrelerden geçerek nasıl vuku bulmuş, Şili üzerine çöken karabasanın üstesinden nasıl gelmişti?
ABD sosyalist Allende hükümetini bölgesel çıkarları açısından ciddi bir tehdit olarak görüyordu. Zira Allende bakır madenlerinde ve bankacılık sektöründe kamulaştırmayı savunuyordu. Eğitim ve sağlık alanlarında reformlar içeren sosyalist bir programa sahipti. Özellikle bu program küresel kapitalizm için bardağı taşıran son damlaydı. Başta Şili’deki Amerikan ITT (International Telephone and Telegraph) şirketi olmak üzere uluslararası sermaye grupları Allende karşıtı yasal ve yasadışı güçleri finanse etmeye başladılar. ITT ve CIA Allende karşıtı muhafazakâr ve Hıristiyan demokrat adayların nasıl destekleneceği üzerine toplantılar yapıyorlardı. Bu doğrultuda Ulusal Güvenlik Danışmanı Henry Kissinger’ın başkanlığını yaptığı Kırklar Komitesi kuruldu. Komite, Allende’nin zaferini ve kurulan sosyalist hükümeti Arjantin, Peru ve Bolivya’daki benzer hareketlerle kıyaslıyor; demokrasiyle gelmiş meşru hükümetin varlığını Şili’de komünizmin yükselişi addediyordu. Komünizmin yayılması önlenmeliydi. Bu çerçevede, Hıristiyan demokrat milletvekillerini ekonomik baskı uygulayarak Allende’nin başkanlığını onaylamamaya ikna etmeye çalıştılar, ilk iş olarak. Fakat bu seçenekte başarılı olamadılar. Bunun üzerine CIA ve ITT’nin komünizmi önleme stratejisi askerî müdahale seçeneğine kaydı. Ne var ki, askerî bir müdahale için kadro gereksinimi vardı. Allende başkanlık koltuğuna oturduğunda dönemin Genelkurmay Başkanı olan René Schneider ordunun asla siyasete karışmaması gerektiğini savunuyordu. En tepesindeki şahısta böylesi bir zihniyetin hâkim olduğu bir yapılanmanın içinden darbe örgütlemek için kadro devşirmek çok zordu. Tepedeki zihniyetten kurtulmak lazımdı. 24 Ekim 1970’te Schneider’e suikast düzenlendi ve öldürüldü. Scheider’in yerine Carlos Prats geçti ama kısa süre sonra görevinden istifa etti. Nihayet Genelkurmaylık makamına Augusto Pinochet oturdu. Pinochet tezgâhlanan faşist darbe için biçilmiş kaftandı âdeta. Ulusal Güvenlik Doktrini’ni savunan Pinochet, uygun zamanı kollayarak, 11 Eylül 1973’te askerî bir darbeyle iktidara el koydu. Ulusal Güvenlik Doktrini darbenin ideolojik temelini oluşturuyor, fiilî icraatlarına meşruiyet sağlıyordu. Komünizmin yükselişine karşı “Batılı Hıristiyan değerleri korumak”, toplumu “iç düşmanlardan” arındırmak, toplumda “huzuru tesis etmek” gerekiyordu. Ekonomik krizler ve düzenlenen grevler de askerî bir darbeye hazırlık olarak gündeme gelmişti. Şili’de etkileri bugün bile sürmekte olan bir kâbus, bu anlayış doğrultusunda yürürlüğe sokuldu. Sosyalist hükümet devrildi, parlamento feshedildi, Salvador Allende uçaklar tarafından bombalanan başkanlık sarayında öldü. Karşı-devrimin demokrasinin üzerine yürüyen “tanklarını durdurması” beklenilen, sosyalizme ve demokrasiye sahip çıkması gereken kamuoyu, Pinochet’ye bağlı “ölüm kervanları”nın terör operasyonlarıyla tuzla buz edildi, toplumdaki bütün sesler kıstırıldı. Darbe kısa sürede bir tür kıyım makinesine dönüşmüştü. Toplumu bir ucundan diğerine kesip biçmiş, ardında felaketler silsilesi bırakmıştı. Neo-liberal siyaset anlayışının uluslararası sermaye ve militarist güçlerle kurduğu koalisyonun Şili’deki darbe provasının bilançosu çok ama çok ağır oldu.
Darbeyi izleyen ilk haftalarda sürek avları gerçekleştirildi. Binlerce insan gözaltına alındı. Mevcut kurumlar gözaltına alınan insan kafilelerini karşılamakta yetersizdi; okullar, askerî kışlalar ve bilumum devlet kurumları tıklım tıkıştı. “Ölüm Kervanları” ele geçirdikleri insanları Şili’nin çöllük bölgelerinde işkencelerden geçiriyor, öldürdüklerinin bir kısmını çölde toplu mezarlara gömüyor, uçaklara doldurdukları insanları ise denize atıyordu. Lakin tüm bunlar yine de yetersiz kalıyordu, muhalefet güçlerini dağıtmak için. Askerî cunta genel ve kapsamlı bir temizlik için kolları sıvadı. Onbinlerce insan gözaltına alındı, işkence tezgâhlarından geçirildi, binlerce insan sürüldü, yüzlercesi öldürüldü. Şili açık bir toplama kampı haline getirildi. Cuntacılar yer sıkıntısının üstesinden gelmek için Şili Ulusal Stadyumu’nu toplama kampı olarak kullanıma açtılar. Stadyuma kadını erkeği, yaşlısı genciyle yaklaşık beş bin insan kapatıldı. Soyunma odalarında, koridor boylarında yahut merdiven altlarında insanların çığlık çığlığa işkencelere alındığı, kolundan tutulup götürülenlerin bir daha geri dönmediği Şili Ulusal Stadyumu, cuntanın işlediği insanlık suçlarını dışavuran, geçmişle hesaplaşmanın sembol mekânlarından biri haline gelecekti yıllar sonra. Sosyalist sanatçı Victor Jara da, bir başka stadyumda (Şili Stadyumu’nda) öldürülenler arasındaydı.
Faşist askerî diktatörlüğün mezalimi, 1972 ile 1977 arası beş yıllık dönemde, muhalefete dair Şili’de tek bir yaprak kıpırdayamaz hâle gelene kadar sürdü. Darbeciler iktidarda oldukları 17 yıl boyunca inanılmaz bir baskıcı rejimle ülkeyi yönettiler. Darbeden sonraki ilk yılda yaklaşık 1200 insan öldürülmüştü. Ölümler ilk yılla sınırlı kalmadı ama kâh artarak kâh seyrelerek devam etti ve tahminlere göre toplam 4 bin kişi hayatını kaybetti. Kaybedilenlerin sayısı da hiç az değildi. Yargı kurumu darbe esnasında ve sonrasında Şili’de olup bitenlere sessiz kalmıştı. Neyse ki, bağımsız insan hakları örgütleri yasadışı gözaltı ve kaybedilmeleri mahkemelere taşıyarak her vakayı kayıt altına almışlardı.
1980’de anayasayı değiştiren Pinochet, anayasaya 1998’e kadar ordunun başında kalacağı, sonrasında da ömür boyu senatör olacağı şeklinde bir madde koymuştu. Ne var ki, tüm bu önlemlere rağmen Pinochet 1988’de yapılan referandumu az bir farkla kaybetti ve sıkı sıkıya sarıldığı siyasal iktidarı devretmek zorunda kaldı. Referandumda muhalefet güçleri tarafından bir hayır (No!) kampanyası düzenlenmişti. Pinochet’nin ardından Mart 1990’da Hıristiyan Demokrat Patricio Aylwin başkan oldu. Diktatörlükten demokrasiye geçiş hususunda, daha da önemlisi toplumsal hayatın normalleşmesi için umutlar yeşermişti. Karanlık darbe yıllarının aydınlatılması, insanlık suçu işleyen, yaşam hakkı da dâhil olmak üzere bireysel tüm hakları ihlal eden faillerin yargılanması, kurbanların acılarının tazmin edilmesi, yani geçmişle hesaplaşma için bir fırsat doğmuştu.
Patricio Aylwin göreve gelmesinden altı hafta sonra bir talimatla Hakikat ve Uzlaşma Ulusal Komisyonu’nu kurdu. Komisyona dördü eski Pinochet hükümeti görevlisi, dört de muhaliflerden olmak üzere sekiz kişi atandı. Eski senatör Raúl Rettig’in başkanlığında toplanan Komisyon’un görevi “hükümet görevlileri veya onların emrinde çalışanların neden olduğu gözaltında kayıp, infaz ve ölüme sebebiyet veren işkence ve siyasi sebeplerle özel kişilerin giriştiği insan kaçırma, yaşama kastetme” olaylarını araştırmaktı. Bunun için öncelikle bir rapor tutulmasına karar verildi. Komisyon raporu tüm üyelerin desteğiyle hazırlanacaktı. Fakat ilginç bir detay vardı burada: Ölümle sonuçlanmayan işkence vakaları Komisyon’un görev kapsamı dışındaydı. Dokuz ay görev süresi olan Komisyon, evvela sivil toplum kuruluşlarının kayıtlarını inceleyerek mesaisine başladı. Ardından bu kayıtlarla yetinmeyip ölü ve kayıp yakınlarının tanıklığına başvurdu. Altmış kişilik personele sahip olan Komisyon, dünya gazetelerine ilanlar vererek sürgündeki Şili yurttaşlarından bilgi istedi. Öte yandan, celp yetkisi bulunmayan Komisyon, Silahlı Kuvvetler’den vakaların aydınlatılmasına yönelik olarak herhangi bir yardım alamıyordu. Sonuç itibariyle Komisyon’a 3400 vaka sunuldu. Bu vakalardan 2920’sinin Komisyon’un görev alanına girdiği saptandı. Şubat 1991’de Komisyon, 800 sayfalık raporunu bitirdi. Rapora göre hak ihlallerinin yüzde 95’ten fazlası hükümet; yüzde 4 kadarı da silahlı sol gruplar tarafından işlenmişti. Rapor, ordunun uyguladığı şiddeti meşrulaştırmak için öne sürülen ülkenin “iç savaşta” olduğu tezini de temelden çürütmüştü. Rapor uyarınca devlet tarafından gözaltında kaybedilenlerin ve öldürülenlerin aileleri için bir tazminat programı hazırlandı. Komisyon dosyalarının kamuya açılıp tazminat programının başlayabilmesi ve dosyaların düzenlemesi için bir Tazminat ve Uzlaşma İçin Ulusal Şirket kuruldu.
Darbeden sonraki ilk demokratik seçimle işbaşına gelen Patricio Aylwin, bir hatırlama mekânı olan Şili Ulusal Stadyumu’nda “bir daha asla insan onuru çiğnenmeyecek” sözü verdi. 8 Şubat 1991’de Rettig Komisyon Raporu’nu teslim aldı ve 19 Mart 1991’de gözyaşlarına hâkim olamadığı bir TV konuşması ile devlet adına Şili toplumundan resmî olarak özür diledi. Özür konuşmasında Başkan Aylwin, gözaltında kaybedilme hadiselerini devlet görevlileri tarafından işlenen “infazlar” olarak niteledi. Geçmişteki şiddeti lanetledi, insan haklarına duyduğu saygının ve bağlılığın önemle altını çizdi. Aylwin resmî özrü diledikten sonra rapor üzerine düşüncelerini açıkladı. Aylwin konuşmasında hakikati bir arada yaşamanın temeli olarak gördüğünü, hakikatin saygı görmediği yerde insanların birbirine güveninin aşındığını, şüphe ve itirazların çoğaldığını, tüm bunların da nefret ve şiddete yol açtığını belirtti. Aylwin’e göre “yalanlar şiddetin bekleme odalarıdır, bu nedenle de barışla bağdaşmazlar.” Aylwin ayrıca “terörizm” veya “iç savaş” tehdidinin insan hakları ihlallerine bahane yapılamayacağını; Şili’nin geleceği için geçmişin onarılamayacak yaralarına ilişkin bir af ve barışma sürecinin gerekli olduğunu belirtti. Bu affın devlet tarafından değil, ancak şiddete maruz kalanlar tarafından geliştirilebileceğini söyleyen Aylwin, affın bir taraftan cömertlik diğer taraftan pişmanlık gerektirdiğini ifade etti. Hem devletin hem de devletin eylemlerine tepki göstermeyen toplumun ortak sorumluluğuna dikkat çekti. Aylwin “Bir daha asla!” sözü vererek, devlet başkanı olarak tüm toplum adına sorumluluk alarak özür dilediğini, özrün toplumsal barış için gerekli olduğunu belirtti.
Aylwin’in resmî özrü faşist darbenin mağdurları tarafından memnuniyetle karşılandı. Fakat beklenileceği üzere özrün huzursuz ettiği kesimler de vardı. Bu minvalde Pinochet, Aylwin’e uzun bir açıklamayla cevap verdi. Pinochet, açıklamasında Ulusal Güvenlik Doktrini’nin klasik tezlerine sarılarak, rapora temelden karşı çıktığını belirtiyordu. Buna göre ordu ülkenin özgürlüğünü ve egemenliğini savunmak için müdahalede bulunmuştu. Raporun içeriğini, hak ihlallerini ve ölümleri hiçbir surette sorgulamıyordu. Raporun içeriğini oluşturan insan hakları ihlalleri, kamuoyunun gündemine tam olarak Pinochet’nin 1998’de senatörlük görevine geçmek için ordunun başından ayrılmasıyla geldi. Aynı yıl İspanyol yargısı insan hakları ihlallerinden ötürü Pinochet’nin İspanya’ya iade edilmesi talebinde bulundu. Bu talep üzerine Pinochet İngiltere’de tutuklandı. İspanyol savcı iddianamesini ve iade talebini doğrudan Komisyon raporuna dayandırmıştı. Bu esnada Şili’de de insan hakları ihlallerine ilişkin davalar açılmaya başlamıştı. Bu davalar sonucunda 2009 sonunda 779 eski devlet görevlisi insan hakları ihlalleriyle suçlanmış, görevlilerden 200’den fazlası yargılanmış, 59’u ise hapis cezası almıştı. Davaları yürüten savcılar da, iddianamelerini Komisyon’un kayıtlarına dayandırmışlardı.
Komisyon’un hazırladığı rapor eski rejimin siyasi ve askerî kadrolarının duyarlılıklarını fazlaca gözeten bir çalışma olması nedeniyle eleştirilere maruz kalmıştı. Toplumsal barışın tesis edilebilmesi, bastırılmış hakikatlerin gün yüzüne çıkarılabilmesi için soruşturmaların derinleştirilmesi şarttı. Komisyon’un görev alanının sınırlı tutulması, işkence ve diğer sistematik insan hakları ihlallerinin inceleme alanının dışında tutulması eleştirilerin başlıca nedenleri arasındaydı. Öte yandan, Komisyon doğrudan araştırmaya girişmemiş ve sadece ulusal ve uluslararası örgütlerin verileriyle yetinmişti. Kamuoyunu harekete geçirerek ordu üzerinde baskı kurmak yerine, orduyla uzlaşma yoluna gidilmişti. Hazırlanan raporda sistematik insan hakları ihlallerini bütünlük içinde değerlendirmekten kaçınılmış, “münferit vakalar” gibi kavramlar dahi kullanmıştı. Bu açıdan bakıldığında Aylwin yönetimi, Pinochet rejiminin zorla dayattığı neo-liberal modelin demokratik bir rejimle konsolide edileceği bir ara dönemi temsil ediyordu. Komisyon’un geçmişle hesaplaşma açısından eksiklikleri geçiş döneminin Pinochet rejimiyle devamlılığını belirleyen unsurlardan kaynaklanıyordu. Komisyon’un eski rejimin hassasiyetleriyle uzlaşması ve “mümkün olan çerçevede adalet” şiarına bağlı kalması faillere cezasızlığı öngörüyordu. Cezasızlık adalet arayan insanlarda acı, yas, korumasızlık duygularına ilave bir travma yaratmaktan başka bir işe yaramadı.
Eksikliklerin telafi edilmesi adına, 1991’deki Komisyon raporundan 11 yıl sonra, 2003’te ikinci bir Komisyon kuruldu. Ölümle sonuçlanmayan işkence vakaları da, artık bu yeni Komisyon’un çalışma menzilinde idi. İşkence mağdurlarının sayısının yüz binleri bulduğu öne sürülüyordu. Eylül 2003’te sivil toplum örgütlerinin düzenlediği bir kampanyanın da etkisiyle sosyal demokrat Başkan Ricardo Lagos, Siyasi Hapis ve İşkence Ulusal Komisyonu’nu kurdu. Askerî rejim döneminde insan hakları savunuculuğuyla tanınan piskopos Sergio Valech, sekiz kişilik bu Komisyon’un başkanı olarak atandı. Komisyon’un amacı 11 Eylül 1973 ile 10 Mart 1990 arasındaki askerî rejimde siyasi nedenlerden ötürü gözaltına alınan ve işkence edilen kişileri belirlemek ve bu kişilere ilişkin bir tazminat programı önermekti. Bunun için bir rapor hazırlanacaktı öncelikle.
Komisyon 35.000 kişiden yazılı tanıklık aldı. Bunların bir kısmı Şili konsoloslukları vasıtasıyla kırka yakın ülkeden gönderilmiş tanıklıklardı. Birçok tanık yaşadıklarını ilk defa anlatıyordu.
Kasım 2004’te 1200 sayfayı bulan rapor hazırlanmıştı. Rapor kamuoyuna Başkan Lagos tarafından televizyonda ilan edildi. Başkan soruşturmanın devam ettirilmesi talimatı verdi. Bu doğrultuda Haziran 2005’te ek bir rapor daha açıklandı. Komisyon Şili’de 14 farklı işkence biçimi tespit etti. İşkencenin toplumu terörize etmek ve sindirmek için kullanıldığını belirtti. Rapora göre 28.549 kişi siyasi nedenlerden ötürü hapsedilmişti. Bu kişilerden 1244’ü 18’in; 176’sı ise 13 yaşın altındaydı. En yaygın işkence biçimi elektrik şokuydu. Eldeki işkence vakalarının üçte ikisi 1973 darbesinin ilk aylarında meydana gelmişti. Rapora göre ilk aylarda gözaltına alınanların yüzde 94’ü işkenceye maruz kalmıştı. Rapor, 1991’deki Komisyon’un çıkardığı 300 yere ek olarak okulların ve hastanelerin de dâhil olduğu 1200 farklı yeri, gözaltı ve işkence vakalarının vuku bulduğu yerler olarak tespit etti. Komisyon ayrıca ordu, polis ve istihbarat birimlerinin işkence uygulamasına başvurduklarını, sorumlu görevlilerin adlarını vererek açık etti. Kurbanların isimleriyse, hikâyelerin detayları 50 yıl daha gizli kalmak suretiyle açıklandı. Komisyon görev tanımı gereği ceza soruşturmalarında etkili değildi. Savcılara özellikle herhangi bir bilgi gönderilmedi. Ancak kurbanlar kendi tanıklıklarını mahkemelere götürüp sayısız ceza soruşturması başlattılar. 2004 raporu açıklanmadan bir gün önce, Genelkurmay Başkanı geçmişteki ahlâken kabul edilemez ve cezalandırılması gereken eylemler için kurumsal olarak sorumluluğu kabul etti. Bu açıklama muvazzaf ve emekli ordu mensupları tarafından sessizlikle karşılandı. Raporun yayınlanmasını takiben başkan Lagos, Komisyon’un tespit ettiği tüm kurbanlara tazminat verilmesini sağladı. Bir yıl içinde 20.000 kişi ömür boyu 190 dolar aylığa bağlandı.
Şili’deki insan hakları ihlallerine ilişkin özür talebi, darbenin planlanmasında ve hayata geçirilmesinde önemli bir rolü olan Amerika Birleşik Devletleri’ne de yöneldi. Amerikan arşivleri darbeye desteği doğrular nitelikte. Ancak resmî söylem hâlâ doğrudan bir müdahalenin olmadığını savunuyor. Arşivlerin içeriği önemini korumaya devam ediyor. 2011’de Şili’yi ziyaret eden, Salvador Allende’nin öldürüldüğü La Moneda Sarayı’nda Şili Başkanı Sebastian Pinera’yla ortak bir basın açıklaması düzenleyen Amerikan Başkanı Barack Obama, herhangi bir özrün söz konusu olmadığını, iki ülkenin ilişkilerini geçmişe hapsetmektense geleceğe bakması gerektiğini söyledi.
Yararlanılan kaynaklar
Elizabeth Jelin, “Silences, Visibility, and Agency: Ethnicity, Class, and Gender in Public Memorialization”, Identities in Transition: Challenges for Transitional Justice in Divided Societies içinde, Paige Arthur (der.), Cambridge: Cambridge University Press, 2011.
Ercan Eyüboğlu, Türkiye İşçi Partisi: Parlamento’da, 40. Yıl, İstanbul: Tüstav Yayınları, s. 15-19, 2006.
Ernesto Verdeja, Unchopping a Tree: Reconciliation in the Aftermath of Political Violence, Philadelphia: Temple University Press, 2009.
Supreme Decree No. 355, paragraph 9.
James Petras ve Morris Morley, The United States and Chile: Imperialism and the Overthrow of the Allende Government, New York: Monthly Review Press,1975.
James Smith, “Compromise with a Democratic Vision Takes Over Sunday in Chile”, Los Angeles Times, March 10, 1990.
Mario I. Aguilar, “The Disappeared and the Mesa de Diálogo in Chile 1999-2001: Searching for Those Who Never Grew Old”, Bulletin of Latin American Research, 21(3): 413-424, 2002.
Mark Obert, “Şili’nin En Büyük Stadyumunda Hayatını Geçiren Manuel Medina’dan ve Manuel Medina’ya Dair Anılar: Ulusal Stadyum’dan Sağ Çıkmak”, çev. Mithat Sancar, Birikim, 215: 99-107, Mart 2007.
Mithat Sancar, Geçmişle Hesaplaşma: Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne, İstanbul: İletişim, 2007.
Patricio Aylwin, “Chile: Statement by President Aylwin on the Report of the National Commission on Truth and Reconciliation”, Transitional Justice: How Emerging Democracies Reckon with Former Regimes içinde, Neil J. Kritz (der.), Washington, DC: United States Institute of Peace Press, 169-173, 1995.
Sırbistan Cumhuriyeti - Bosnalı Müslümanlar: Srebrenitsa Katliamı
Avrupa’nın merkezî ülkelerinde geçmişle hesaplaşma süreçlerinin insani özü, “bir daha asla” sözünde billurlaşmıştı. Bundan böyle toplu katliamlara, sistematik hak ihlallerine, toplama kamplarına ve soykırımlara asla geçit verilmeyecek, bunlara karşı sürekli teyakkuz hâlinde olunacaktı. İnsan hayatının kıymetten düşürülmesini önlemek için türlü hukuki mekanizmalar yaratılmıştı. Muhasebeler, bilançolar, yargılamalar, gecikmiş cezalar, tazminatlar ve elbette resmî özürlerle birlikte tarihin “aşırılıkları” mahkûm ediliyor, hayatın normal mecrasında, demokratik ilkeler çerçevesinde akacağına yönelik belli belirsiz bir inanç gelişiyordu. Ne var ki, siyaseten ve hukuken mahkûm edilen geçmiş kâbusu, 1990’ların başında yeniden hortladı. “Bir daha asla” söylemi, Avrupa’nın çeperlerinden, uzak Balkan coğrafyasından bir kez daha ve feci bir şekilde sarsıldı. 1995 yazında, Bosna-Hersek’teki Müslüman Boşnaklara yönelik bir kıyım siyaseti gerçekleştirildi. 20. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra tarih sahnesine çıkan totaliter rejimlerden bildiğimiz “etnik temizlik” harekâtları, Boşnakları hedef aldı bu kez.
Yugoslavya Federasyonu’nu oluşturan cumhuriyetler 1974 Anayasası’nda kendilerine tanınan artan özerkliğe dayanarak, 1980’lerde neredeyse birbirlerinden bağımsız davranır hale gelmişlerdi. Sırbistan’da yayılmacı, Slovenya ve Hırvatistan’da ayrılıkçı, Kosova’da Makedonya’daki ve Arnavutluk’taki Arnavutlarla birleşmeyi amaçlayan, Bosna-Hersek’te farklı dinsel kimliklere dayalı milliyetçilikler yükseliyordu. 1989’da Miloşeviç, Kosova, Voyvodina ve Karadağ bölgelerinin özerkliğini kaldırdı ve böylelikle kendi idaresindeki Sırbistan’la birlikte Yugoslavya’nın kolektif başkanlığının 8 oyundan 4’ünün kontrolünü ele geçirdi. 1991’de rotasyonla devlet başkanı olması gereken Hırvat Stipe Mesiç’in başkanlığı engellendi. Bu gelişmeler diğer cumhuriyetlerde Sırbistan ağırlıklı bir Yugoslavya korkusu yarattı. 1991’de önce Slovenya ve Hırvatistan, ardından Makedonya ve Bosna-Hersek bağımsızlıklarını ilan etti.
Ocak 1992’de Bosnalı Sırplar, Pale şehrinde Bosna Hersek Sırp Cumhuriyeti’ni ilan ettiler ve federal Yugoslav devletinin parçası olduklarını beyan ettiler. 3 Mart 1992’de Bosna Hersek Cumhuriyeti bağımsızlığını ilan etti ve bu cumhuriyeti 6 Nisan 1992’de AB, 7 Nisan 1992’de de ABD tanıdı. Bunun üzerine Bosna Hersek Sırp Cumhuriyeti 7 Nisan 1992’de Republika Srpska adını alarak bağımsızlığını ilan etti ve daha çok Sırplardan oluşan federal Yugoslav ordusunun desteğiyle Bosna’yı istilaya başladı. Bu esnada Hırvatlar da Hırvatların yoğun olarak yaşadığı bölgeleri işgal etti. Hırvatistan’da barış görüşmelerini sağlamak ve askerden arındırılmış bölgeleri emniyet altına almak için kurulan Birleşmiş Milletler Koruma Gücü (UNPROFOR) insani yardıma refakat etmek ve güvenli bölgeleri korumak üzere Bosna’ya kaydırıldı.
Eski Yugoslavya’da, etnik kıyımlara dönüşecek silahlı çatışmalar 1991 yılında başladı. 1991’de Yugoslav merkezî hükümetinden ayrılma talep eden Hırvatistan’da ve Slovenya’da kanlı çatışmalar baş gösterdi. Slovenya’daki çatışmalar kısa sürede yatıştı. Buna mukabil, Hırvatistan’daki çatışmalar etnik temizlik aşamasına sıçrama eğilimi sergiliyordu. Sivillerin uğradığı işkencelerin, polis kuvvetlerinin halkı sınır dışı etme faaliyetlerinin ve çeşitli savaş suçlarının damgasını vurduğu silahlı çatışmalar, 1995’teki Bosna-Hersek savaşında işlenecek suçların habercisiydi âdeta.
Dört yıl süren Bosna-Hersek savaşı, 1995’te en yoğun aşamasına ulaştı. Savaşın tahribatı hayli yüksekti: takriben 100.000 kişi hayatını kaybetmiş, 2 milyon kişi muhacir haline gelmiş; ülkeyi terk etmiş yahut ülke içinde yerlerinden edilmişlerdi. Bosna-Hersek’in başkenti Saraybosna kuşatma altına alınmıştı, sürekli bombalanıyordu. Bosnalı Müslümanlar, çoluk çocuk, can havliyle Sırp ordusundan kaçıyor, BM’nin koruması altındaki bölgelere akın ediyorlardı. Sırp kuvvetleri yollarda kimilerini esir alıyor ve oracıkta katlediyordu. 1995 yazı, bir başka vahşete daha tanıklık etti. 10-12 Temmuz 1995’te Birleşmiş Milletler tarafından “güvenli bölge” ilan edilen Bosna-Hersek’teki Srebrenitsa kasabası, Bosnalı Sırp silahlı güçlerinin ve “Akrepler” olarak bilinen Sırbistan özel kuvvetlerinin eline geçti. Birkaç gün içinde 8000’den fazla Boşnak Müslüman erkek öldürüldü. Etnik temizlik siyasetinin kurbanları doğrudan erkeklerdi. Bosnalı Sırpların siyaset anlayışı, Srebrenitsa’daki bütün erkekleri öldürmekti. Bu yolla neslin kurutulması arzulanıyordu ki bu arzu da bölgeyi Sırplaştırma çabalarıyla paraleldi. Öldürülenler toplu mezarlara gömülüyor, cesetleri kaybediliyordu. Bosna-Hersek’in her tarafına toplama kampları dikildi. Sağ ele geçirilen kadınlar, erkekler ve çocuklar bu kamplarda işkencelere, çeşitli insanlık dışı uygulamalara maruz kalıyorlardı. Bu etnik temizlik siyaseti Srebrenitsa’da hedefine ulaşmıştı denebilir. Zira nüfusun % 60’ından fazlasını Boşnak Müslümanların oluşturduğu Srebrenitsa kasabası, 1997 yılında etnik açıdan temizlenmiş, kasabada neredeyse hiç Boşnak kalmamıştı. Türlü nedenlerle patlak veren bir savaş, giderek iç savaşa, iç savaş da etnik bir rotaya kaymış, soykırım aşamasına ulaşmıştı. Nitekim savaş sonrası geçmişle hesaplaşma pratiklerine de, “soykırım” ifadesi yön verecek, hararetli tartışmalara neden olacaktı.
Bölgedeki çatışmaların henüz sonlanmamış olduğu bir tarihte, 1993’te Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 827 sayılı kararıyla Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi (EYUCM) kuruldu. Geçiş dönemi adaleti, çatışmaların tozu dumanı arasında tesis edilmeye çalışılıyordu. Konsey, savaş suçları işlemiş bireyleri yargı önüne taşımayı amaçlıyordu. EYUCM başlarda kimi açılardan atıl kalmıştı, zira devletler savaş suçlarından sorumlu olan faillerin yakalanmasında gevşeklik gösteriyorlardı. Nihayet Bosna’daki savaş 1995 Dayton Antlaşması’yla sona erdi. Savaşın sona ermesi, hakikatlerin gün yüzüne çıkartılmasında yargılama süreci açısından kolaylaştırıcı bir etkide bulundu. Yargılamalarla birlikte savaş suçlarına dair yeni ve önemli kanıtlar ortaya çıkıyordu. Halen devam eden mahkeme, 2001 yılında EYUCM’de soykırımdan suçlu bulunan ilk kişi olan Radislav Krstiç’le ilgili hükmü ile Srebrenitsa katliamının bir soykırım suçu teşkil ettiğini ilan etti. Bunu 2010’da Vujadin Popovic, Ljubişa Beara, Drago Nikoliç ve 2012’de de Zdravko Tolimir hükümleri izledi. Duruşmalar sürerken ölen Slobodan Miloşeviç ile Milan Kovaçeviç de soykırımla suçlandı. 2007’deki “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Konvansiyonunun Tatbiki (Bosna Hersek’e karşı Sırbistan ve Karadağ)” içinde Uluslararası Ceza Mahkemesi, EYUCM’nin Srebrenitsa’nın soykırım olduğu kararını onayladı. Devletler arasındaki yasal ihtilafları çözmekle BM tarafından yetkilendirilmiş esas hukuk aygıtı olarak UCM, soykırım suçunun temelde Republika Srpska ordusunun kurmay subayları tarafından işlendiğini beyan etti. UCM Sırbistan’ın soykırımda doğrudan sorumlu veya işbirlikçi olmadığını ama soykırımı önlemek için hiçbir şey yapmayarak, ve sonrasında da soykırımdan sorumlu kişilerin cezalandırılması için EYUCM ile işbirliği yapmayarak Soykırım Konvansiyonu’nu ihlal ettiği sonucuna vardı. Nitekim Sırbistan, soykırımdan esas olarak sorumlu tutulan, Republika Srpska ordusu başkomutanı Radovan Karadziç ve General Radko Mladiç’i teslim etmek durumundaydı. 1995’te EYUCM tarafından soykırımla suçlanan Karadziç ve Mladiç yıllarca firari olarak yaşadı. AB bu firari komutanların tutuklanarak mahkeme önüne çıkarılması için Sırbistan’a baskı uyguladı. General Ratko Mladiç, Slobodan Miloşeviç’in 2001’de Lahey’e teslimi sonrasında ortadan kayboldu. Karaciç’se 1996’dan beri kayıptı. 21 Temmuz 2008’de Karaciç, Saraybosna ve Srebrenitsa katliamlarını planlamak suçlamasıyla tutuklandı. 2011’de de Mladiç tutuklanarak mahkemeye sevk edildi.
Bosna Savaşı sırasında Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin devlet başkanı olan Slobodan Miloşeviç, 2000’de başkanlık seçimlerinin ilk turunu kaybetti. Seçim sonuçlarını kabul etmeyi ve görevden çekilmeyi reddettiyse de kendisine karşı düzenlenen kitlesel gösteriler üzerine istifa etmek durumunda kaldı. 2001’de pek çok iç tartışmanın ardından, polisin villasına girip kendisini almasını engelleyen silahlı destekçilerinin çıkardığı çatışmalardan sonra tutuklandı. Sırbistan Başbakanı Zoran Cinciç, Miloşeviç’i Bosna, Hırvatistan ve Kosova’da insanlığa karşı suçlar ve savaş suçları işlediği iddialarıyla yargılanmak üzere EYUCM’ye teslim etti ve böylece yeni bir dönem başladı. 1990’lar boyunca savaş suçlarının inkârı, yerini bu suçların sancılı kabulüne bırakıyordu. Bu tutuklamalar, Sırp siyaseti ve EYUCM ile ilişkilerdeki değişimi yansıtıyordu. Mahkeme 161 kişi hakkında savaş suçlarına yönelik olarak iddianame düzenledi. Savaş suçlarını açığa çıkarmak üzere çok sayıda yerel mahkeme de kurulmuştu. Davaların yanı sıra, toplu mezarların bulunması için de yoğun bir çaba harcanıyor, ölenlerin kimlik tespitleri yapılmaya çalışılıyordu.
Gerek EYUCM gerekse yerel mahkemeler savaş döneminde işlenen çok sayıda suçu ve hakikati açığa çıkarmıştı çıkarmasına ama toplumsal yüzleşme açısından bakıldığında, hakikatler Sırp halkı ve siyasi temsilcileri tarafından inkâr ediliyordu. Yüzleşme süreci, inkâr tutumundan ötürü sağlıklı bir şekilde gerçekleşemiyordu. Miloşeviç sonrasında kurumsal inkâra pek rastlanmasa da, katliamın konuşulur olması, katliama dair kabul aşamasına geçildiği anlamına gelmiyordu. 2000’li yıllarda katliamın öneminin ve bu katliamda Sırpların sorumluluğunun azaltıldığı bir söylem hâkim oldu. Savaş suçlarına ilişkin bilgi sahibi olmak, Sırp kamuoyunu savaş suçlarını tanıma ve sorumluluk almaya yöneltmemişti. Çeşitli araştırmalara göre, nüfusun yarısı Srebrenitsa katliamına şüpheyle yaklaşıyordu. Kamusal alanda, Srebrenitsa katliamının soykırım olarak tanımlanıp tanımlanamayacağı konuşuluyordu. Kurbanların sayısı, ölü ilan edilen Boşnakların aslında yaşayıp yaşamadığı, şehirde ölenlerin sivil olup olmadığı, içlerinde savaşan statüsünde olanların da bulunduğu, katliamda öldürülmemiş olan Boşnak savaşçıların Srebrenitsa’da gömülüp gömülmediği, kaç kurbanın gerçekten mermi yarasıyla öldüğü ve bu süreçte Boşnak siyasetçilerin rolü tartışılıyordu. Hakikatlere şüphenin gölgesi düşmüştü ve bu gölgenin toplumsal yüzleşme açısından kaldırılması şarttı. 2001’de Hakikat ve Yüzleşme Komisyonu kuruldu. Fakat bu Komisyon tamamen işlevsizdi zira sivil toplum ve insan hakları örgütlerine, kurbanların kurdukları derneklere ve EYUCM’ye danışılmaksızın kurulmuştu. Ayrıca Komisyon’un tüm üyeleri etnik olarak Sırp kökenliydi. Komisyon ölü doğmuştu. Komisyon hakikatleri aydınlatacak bilgileri değil, inkâra kaynaklık eden şüpheleri destekliyordu, tam da bundan ötürü şiddetli eleştirilere maruz kaldı.
12 Mart 2003’te ilerici Başbakan Zoran Cinciç suikaste uğradı. Soykırıma ilişkin konuşmaların yerini suskunluğun alması arzulanıyordu. Nitekim bu cinayet etkisini gösterdi. Suikastten sonra Sırp politikacılar netameli konularda fikirlerini dile getirmekten çekinir oldular. Buna rağmen EYUCM’yle işbirliği ve mahkemelerdeki celseler savaş suçları konusunu gündemde tutuyordu. Cinciç’in akıbetine uğramaktan korkan siyasetçiler ve haklarında savaşa karışma iddiası olan partiler, geçmişe ilişkin tartışmaların odağını savaş suçlarından EYUCM’nin meşruiyetini sorgulamaya kaydırdılar. Soykırım iddiasını itibarsızlaştırmanın bir yolu da, kararı veren mahkemenin fiilî varlığını söylemsel olarak sulandırmaktan geçiyordu.
Hem uluslararası mahkemelerin hem de AB’nin kararları Sırbistan’ın Srebrenitsa katliamı konusundaki sorumluluklarını kabul etmesinde etkili oldu. 2009’da Avrupa Parlamentosu “Srebrenitsa Kararı” aldı. Parlamento, Batı Balkan devletlerinin AB’ye entegrasyonu için EYUCM’yle tam bir işbirliği içinde olmaları koşulunu tekrarladı. 11 Temmuz’u tüm AB’de Srebrenitsa anma günü ilan etti ve tüm Batı Balkan ülkelerini bu anmaya katılmaya çağırdı.
Gerek mahkemeler tarafından açığa çıkarılan hakikatler gerekse AB’nin girişimleri Sırbistan’ı kendi geçmişiyle yüzleşmek zorunda bırakıyordu. Demokratik kamuoyu da üçüncü bir güç merkezi olarak, siyasal iktidar üzerinde Adalet Divanı’nın aldığı Sırbistan’ın soykırımdaki rolüyle ilgili kararın tanınması yönünde baskı uyguluyordu. Sivil toplum kuruluşları, 2005’ten itibaren Sırbistan parlamentosuna Srebrenitsa için özür dilemesi gerektiği yönünde demokratik çerçevede telkinde bulunuyordu. Bir diğer önemli örgütlenme de annelerin oluşturduğu örgütlenmeydi. Geçmiş suçların yargılanması ve özür gibi hususlarda aktif bir rol üstlenmişti anneler.
Derken özür taleplerinin hayata geçirilmesinde bir tür kırılma ânı yaşandı. 2005’te “Akrep teypleri” olarak bilinen görüntüler televizyonlarda yayınlandı. İnkârı esas alan hâkim toplumsal algıda önemli bir dönüşüme vesile oldu bu görüntüler. İlk olarak Miloşeviç’in 1 Haziran 2005’teki davasında yayınlanan görüntülerde, Sırp paramiliter güçlerin -Akreplerin- Tmovo köyündeki 6 Müslümanı katletmesi gösteriliyordu. 17 Temmuz 1995 tarihinde gerçekleşen infazların Srebrenitsa katliamıyla bağlantılı olduğu çok aşikârdı. Katliama ilişkin mevcut suskunluk perdesinin yırtılması, özrün dillendirilmesi işten bile değildi artık. Her şey apaçık ortadaydı. EYUCM’yle işbirliğinde gönüllü davranmamasıyla bilinen dönemin muhafazakâr başbakanı Vojislav Koştunitsa dahi katliamı kınadı ve bir özür metni yayınladı. Katliamın onuncu yıldönümünde Srebrenitsa anmasına katılma kararı alındı.
Resmî özür Sırp kamuoyunda bir şok etkisi yarattı. Kamuoyuna göre, öncelik Bratunaç’taki Sırp kurbanlara değil, Srebrenitsa’daki Müslüman kurbanlara verilmişti. Kamuoyunun yoğun tepkilerinden ötürü başlangıçtaki açıklık giderek kayboldu. Sırbistan Devlet Başkanı Tadiç’in Srebrenitsa anmasına katılımı kurumsal destek olmadan gerçekleşti. Savaş suçları deklarasyonu çeşitli partilerin “Sırp savaş suçları” deyimine itirazları yüzünden kadük kaldı. 9 Temmuz 2005’te Sırbistan Radikal Partisi Belgrad’da, Srebrenitsa’nın onuncu yıl anması gerçekleştirilmeden bir gün önce, bir miting düzenledi. Sırpları savaşta yok edemeyen güçlerin onları çeşitli suçlarla itham ederek yok etmeye çalıştığı vurgulandı miting konuşmalarında. Bu tarz söylemlerle Srebrenitsa katliamını gündemde tutanların komplocu dış güçler ve onların bağlantıları olduğu dile getiriliyor; savaş suçlarının Sırpların hatası olmadığı, aksini iddia edenlerin hain olduğu öne sürülüyordu.
Öte yandan, katliamı gündemde tutmaya çalışan sivil toplum örgütleri çeşitli baskılara maruz kalıyorlardı. 2005’te katliamı anma kampanyası düzenleyen İnsan Hakları İçin Belgrad Gençlik İnisiyatifi’nin billboardlarının üstüne “Tekrarı olacak” ve “Bıçak, Tel, Srebrenitsa” gibi tehdit edici milliyetçi sloganlar yazıldı. Sırbistan Radikal Partisi, Sırbistan Sosyalist Partisi ve Sırbistan Demokratik Partisi gibi partiler kamusal söylemi yurtsever-hain ikiliği çerçevesinde kurguluyorlardı. Savaşın savunma amaçlı olduğunu fakat buna rağmen Sırpların cezalandırıldığını vurguluyorlardı. Türlü savaş suçları ve soykırım pratiği kamusal söylemde meşrulaştırılmaya çalışılıyordu. Doğrudan savaşı tecrübe etmemiş olan Sırp vatandaşları 1991-1995 arasındaki savaşı kabaca şöyle anlamlandırıyorlardı: üç etnik çatışma, NATO bombardımanı, Yugoslavya’nın parçalanması, Karadağ ve Kosova’nın bağımsızlaşmaları, üst üste seçimler, ilk demokratik seçimlerle işbaşına gelen başbakanın suikastle öldürülmesi, Avrupa’dan izole edilmek ve ekonomik zorluklar. Kamuoyu savaşı bizzat kendilerinin acıları ve kurbanlıkları üzerinden algılıyordu. Bu kurbanlaştırmanın da etkisiyle Batı’nın savaşa dair anlatılarını kolayca reddedebiliyorlardı.
2009’da Sırbistan siyaseti Srebrenitsa soykırımına ilişkin yeni bir siyasi uzlaşmaya gitmeye mecbur oldu. AB’nin ve uluslararası kamuoyunun yaptırımları egemen siyaset üzerinde etkide bulunuyordu. 31 Mart 2010’da Sırbistan Parlamentosu Srebrenitsa’daki Suçu Kınama Deklarasyonu’nu kabul etti. Geçmişle hesaplaşma açısından kesinlikle önemli bir adımdı bu. Benzer deklarasyonlar 2005, 2007 ve 2009 yıllarında da kimi siyasetçiler tarafından önerilmiş ama reddedilmişlerdi. Deklarasyonu parlamentoya Devlet Başkanı Tadiç getirmişti. Tadiç’e göre, resmî özür Sırbistan’ın stratejik önceliği olan Avrupa Birliği’ne katılım sürecinde önemli bir kapı açacaktı.
13 saat boyunca parlamentodaki tartışmalar televizyondan yayınlandı. Tartışmalar Srebrenitsa hakkındaki gerçekten ziyade sorumluluğun kolektif mi bireysel mi olduğu, Sırp kurbanlara karşı yanlı davranan uluslararası toplumun eleştirisi üzerinden kurbanların eşitliği ve soykırım kavramı üzerine odaklandı. Böylece görüşmeler sadece Sırplar tarafından işlenen savaş suçlarına değil, Sırplara karşı işlenen suçlara ilişkin olarak da yürütüldü. Geçiş dönemi adaleti, Sırpların hem cellât hem de kurban rolünde olduğu bir söylemle dile getirildi. Olumlu bir öz-imaj yaratmaya çalışan bazı siyasetçiler Sırbistan’ın bölgede istikrar ve barışın öncülüğünü yapmaya talip bir ülke olduğunu söylüyor; bu itibarla, geçmişle ilişkinin yeniden tanımlanması ve Sırbistan’ın geçmişte işlenen suçları lanetlemesinin bölgedeki diğer ülkelere örnek olacak bir davranış olduğunu vurguluyorlardı. Parlamento az bir çoğunlukla elde edilen uzlaşmayla, Sırbistan’ın Srebrenitsa’daki sorumluluğunu mevcut siyasi dengeleri yansıtan bir açıklamayla kabul etti:
“Sırbistan Cumhuriyeti Ulusal Meclisi, Temmuz 1995’te Srebrenitsa’daki Bosnalı nüfusa karşı Uluslararası Adalet Divanı’nın kararında belirtilen şekilde işlenen suçu ve öznel ulusal emellerin diğer ulus ve dinlerin mensuplarına karşı silahlı güç ve fiziksel şiddet kullanılarak gerçekleştirilebileceği bilincini yaratan tüm sosyal ve siyasi süreçleri ve olayları en sert şekilde kınar. Bu vesileyle, kurbanların ailelerine taziyelerini ve bu trajedinin önlenmesi için mümkün olan her şeyin yapılmamasından ötürü özürlerini sunar.”
Başkan Tadiç bu açıklamayı “en yurtsever yasa” ilan etti. Batı Avrupa ve Amerikan basınıysa Sırbistan ve bölge için önemli bir adım ve Sırbistan’ın Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde bir mihenk taşı olarak değerlendirdi. Boşnak kurban yakınlarıysa “soykırım” yerine “trajedi” kelimesini kullandığı için deklarasyonu sert bir şekilde eleştirdi.
Tadiç’ten sonra başkanlık koltuğuna oturan Tomislav Nikoliç, 25 Nisan 2013’te Bosna Hersek televizyonunda kendisiyle yapılan bir röportajda Srebrenitsa katliamı için şu sözlerle özür diledi: “Dizlerimin üzerine çöktüm. Ve Sırbistan’ın Srebrenitsa’daki suçu nedeniyle af diliyorum. Herhangi bir insan tarafından devletimiz ve halkımız adına işlenen suçlar için özür diliyorum”. Savaşın sorumluluğunu büyük oranda Miloşeviç’in üzerine yıkan ve “soykırım” ifadesini kullanmayan Nikoliç, soykırım suçlamasının ispatı gerekiyor iddiasındaydı. Republika Srpska da 10 Kasım 2004’te Srebrenitsa’daki katliamla ilgili olarak özür dilemişti: “Bosna Sırp Hükümeti Srebrenitsa kurbanlarının ailelerinin acısını paylaşmakta, bununla ilgili gerçekten üzgün olduğunu belirtmekte ve bu trajedi için özür dilemektedir.”
Sırbistan Parlamentosu’nun kararı siyasi bir uzlaşmayı temsil ettiğinden, katliamın sorumluluğunu kabul ve özür konusunda kısıtlı kaldı. Geçmişle hesaplaşma süreci eksiklikleriyle birlikte gerçekleşti. Sözgelimi mağdurlara doğru düzgün tazminat ödemeleri yapılmadı. İdari tazminat sadece fiziksel yaralanmaları olanlara -o da kanıtlamaları şartıyla- tahsis edildi. Öte yandan, yargı ve kolluk kuvvetlerinde yer alan suçlu şahısların çoğu görevlerinden alınmadılar.
Sırp sivil toplum kuruluşlarının söylemi gerçek bir tarihle yüzleşme niyetinin taşıyıcısı olmaya devam ediyor. Mayıs 2010’da, 1992’de 3.000 Boşnak’ın Sırp kuvvetlerince katledildiği Vişegrad şehrindeki anmaya Siyahlar İçinde Kadınlar adlı feminist bir sivil toplum kuruluşu da katıldı. Kuruluşun Başkanı Staşa Zajoviç söyle sesleniyordu konuşmasında:
“Bize güven duyduğunuz için teşekkür ederiz. Acınıza katılmamıza, taziyelerimizi sunmamıza, empati ve dayanışma göstermemize izin vererek bizi onurlandırdınız. En temel insani ve ahlâki görevin bu küçük, mütevazı hediyesini kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Başka ülkelerde ya da ülkemizde işlenen suçları eleştirebiliriz, fakat sadece kendi ülkemiz tarafından, bizim adımıza işlenen suçlardan dolayı utanç ve suçluluk duyabiliriz. Bu korkunç keder, utanç ve acı duygularını hafifletebilmek için bizlere yardımcı olduğunuz için teşekkür ederiz.”
Yararlanılan Kaynaklar
Daniela Mehler, “Understanding Normative Gaps in Transitional Justice: The Serbian
Discourse on the Srebrenica Declaration 2010”, Journal of Ethnopolitics and Minority Issues in Europe, 11(4): 127-156, 2012.
İlhan Uzgel, “Balkanlarla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Cilt 2 içinde, Baskın Oran (der.), İstanbul: İletişim Yayınları, 2001.
Jasna Dragovic-Soso, “Apologising for Srebrenica: The Declaration of the Serbian Parliament, the European Union and the Politics of Compromise”, East European Politics, 28(2): 163-179, 2012.
Jelena Obradovic-Wochnik, “Knowledge, Acknowledgement and Denial in Serbia’s Response to the Srebrenica Massacre”, Journal of Contemporary European Studies, 17(1): 61-74, 2009.
Marjina Toma, “Genocide: Such a Difficult Word”, bu kitapta, 2013.
Olivera Simic ve Kathleen Daly, “ ‘One Pair of Shoes, One Life’: Steps towards Accountability for Genocide in Srebrenica”, The International Journal of Transitional Justice, 5: 477-491, 2011.
X